Herkesçe bilinip kabul edildiği üzere İnsanoğlunun tek ve en büyük davası ‘İman’ meselesidir. Yüce Allah’ın (c.c) varlığı tasdik edilmekle beraber, bir-tek olduğu, eşinin, benzerinin ve ortağının asla bulunmadığı, olamayacağının kabul edilmesi, bu kabulün de ‘kalb ile tasdik’, ‘dil ile ikrar’ ve ‘fiil-amel ile izhar’ şeklinde gösterilmesi ve yaşanması, gerçek ve yakini imanın gereğidir. Biz buna ‘tevhid’ yani her cihette ‘Allah’ı birleme’ diyor, aksini ise; ‘şirk’ olarak niteliyoruz. Ki; gerçek tevhid de, tabiatiyle her türlü şirkin reddedilmesi ile gerçekleşir. ‘Kelime-i tevhid’, yani ‘Lâilâhe illâllah’ da geçen ilk kelime (Lâilâhe..), ‘nefy’i; ‘ikinci kelime’ olan (..illâllah) ise; ‘isbât’ı ifade etmektedir.
Demek; tevhid, iki bölüm ve iki merhâleli bir iman ve inanç manzumesidir. Ki; önce ‘nefy’i (her türlü şirki, küfrü red ve inkar etmeyi), onu müteâkiben de; ‘isbât’ı (Allah-u Teâlâ’nın, ‘ubudiyet’, ‘rubûbiyet’ ve ‘ulûhiyet’ cihetiyle, ‘zât’, ‘sıfât’ ve ‘esmâ-i hüsnâ’, ‘ef’âl-i ilahiye’ noktasında birlenmesi) ki ”ubûdiyet, rubûbiyet ve ulûhiyetin” tüm taallukatının ve mutlak hükümranlığın Allah-u Teâlâ’ya has ve tahsis kılınmasını mündemiç bulunmaktadır.
Bu itibarla, biz de burada önce ‘nefy’i (şirk’in reddini), müteâkiben de ‘isbât’ı (‘tevhid’i, yani İlahi hükümranlığı) bahis konusu etmeye çalışacağız, inşallah.
‘Şirk’ kelimesi, lügat yönünde ‘iştirak etme, ortak olma ve ortaklık anlamındadır. Istılah olarak, yani kullanılma yönünden ise; ‘Allah-u Teâlâ’ ya, zât, sıfat, esma ve ef’âl cihetleriyle, örneğin; yaratma, rızık verme, yaşatma ve öldürme gibi hususlarda, ağırlık olarak da daha ziyade; ‘Ubudiyet’ (ibadet ve kulluk etme…), ‘Rububiyet’ (Talim ve Terbiye, şekillenme-şekillendirme…), ‘Ulûhiyet’ (Kanun ve hüküm koyma, siyasi-içtimai-iktisadi-hukuki-askeri- vb. alanlarda yönetim ve yönlendirme, yani idare etme…) konularında şirk koşma ve nankörlükte bulunma gibi anlamlara gelmektedir. Ki; tarih boyunca gelip-geçmiş toplumlarda olduğu gibi, günümüz müşrik ve kâfir toplumlarında, bu son ‘şirk’ kısmı genellikle görülmekte, bu tür şirk ve küfürlerden kendilerini arındırmış fert ve toplumlar, çok nadir-ender bir şekilde görülmektedir.
‘Ubudiyet’ (ibadet etme,kullukta bulunma); derinden derine, huşû ve ta’zim ile ‘kalbi, fikri, kavli ve ameli’ yönelmeyi, eğilip yönlenmeyi ifade etmektedir. Ki; ‘itikadi, kavli ve fiili-ameli’ boyutları bulunmaktadır. Ve; ‘ma’bûd’, ‘abd’ ve ‘ibadet’ kavramlarıyla ifade edilen ‘mahal’/’merci’ ve ‘taallukatı’ bulunmaktadır.
‘Rubûbiyet’ (terbiye etme, terbiye olma, şekillenme, şekillendirme) ise; ‘Hâlık’, ‘hulk’ ve ‘mahluk’ eksenli bir ruhi, kalbi ve fıtri oluşumu ifade eder. Ki; Hâlık’ın, mahlukunu hulk-u fıtri ile yaratılışın başlangıcında ve devamı süresince yoğurup pişirmesi, manevi ve ruhi bir endam ile şekillendirmesi, mahlûkun böylece şekillenmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle; Rabbin (terbiye edici olan mürebbinin) kendisine ‘biz-zarûre-bilâ-ihtiyâr’, yani iradesiz, zorunlu olarak teslim olmuş olan etbâ ve efradını, ilahi iradesi ile eğitim, öğretim gördürtmesi, ruhi, kalbi, akli ve tüm manevi uzuv, unsur ve melekelerini kendine göre ölçüp-biçmesi ve istediği şekle, hale, huya ve tarz-ı hayata sokmasıdır. Ki, bunun ‘Rab-Mürebbi (terbiye edici)’, ‘terbiye işi ve sistemi’ ve ‘terbiye edilen, şekillenen’ diye, tasnif edebileceğimiz üç unsuru ve üç taallukatı bulunmaktadır.
Ulûhiyet (tasarruf etme, evirip çevirme, sevk-ü idare edip yönlendirme, tutma-bağlama, ısındırma-alıştırma ve irade ile itaat ettirme, uygun ve mutabık kılma, yürürlüğe koyma, hükmetme, kökleştirme boyun eğdirme ve hükmünü sürdürme) ise; ”kâinat ve hayatın cüz’i ve külli her türlü nizam, intizam ve devamı için lazım gelen tüm ‘kanun, hüküm, kaide, prensip, ilgi, ilişki, tarz-durum, gidişat ve pozisyonları’ ayarlayıp düzenleme ve yürütülüp yönlendirilmesini sağlama” gibi ferdi-ictimai, cüz’i-külli, hususi ve umumi ‘tekvini’ ve ‘teşrii kanunları’ vaz etme ve bunların ‘bil-irade’/’bil-ihtiyar’ ve ‘bil-fiil’ uygulamasını talep etmeyi, bu talebe (ahd-i misaka) göre yönlendirmeyi ve bu doğrultuda da sonuçlandırmayı tazammun ve ifade etmektedir. Ki, burada da
a.) ‘Kanun koyan, idare eden, hükmüne boyun eğilen, itaat edilen, kendisine sığınılan-başvurulan, yani mutlak ve tek ‘İlâh’.
b.) Kanuna uyan, boyun eğen-sığınan ve itaat eden’ yani ‘varlıklar’, ‘yaratıklar’.
c.) ‘Uyulan kanun ve prensipler, emirler ve nehiyler’ yani ‘ilahi hükümler’.
diye tasnif edilerek söz konusu olmaktadır.
Mütedâhil (iç içe) daireler misali birbirlerinin lâzım-ı gayr-i müfârıkı (ayrılmaları imkansız ve birbirini gerekli kılan) bir durumda olan esma-i hüsna-i ilahiye ve sıfat-ı sübhaniyenin tümü, özelliklede birbirlerinin -adeta, çok yönden- müradifleri (eş anlamlıları) mesabesinde bulunan ubudiyet, rububiyet ve ulûhiyet-i ilâhiyeden ilki olan Ubudiyet; kalbi, yakini, irfani, derûni, fikri, uzvi, fiili ve kavli (dua ile) yönelişleri, ibadet, itâât ve kullukları tazammun ederken, Rubûbiyet; fıtri uysallığı, ruhi tesviye ve düzenlemeyi, tarz, duruş-hâl ve edâyı, ilim-bilgi-kültür, huy-ahlak ve terbiyeyi muhtevî ve mütezâmmın bulunmaktadır. Ulûhiyet ise; kanun-hüküm, nizâm-intizâm, kâide-ilke, yönetim, sevk-ü idare, muâmelât-ilişki, hukuk, hayât ve hareket gibi konu ve alanları tebârüz ve ifade etmektedir. Ki bunların tümü Hâlık ile mahlûk, Ma’bud ile abd (kul), Rab ile Tebââ, İlah ile yani yöneten,emreden, boyun eğdiren, itâât ettiren ile yönetilen, emre uyan, boyun eğen, itâât eden (memlük olan varlık ve hizmetçi ) arasındaki ilgi ve ilişkilere tââlluk eden kavram, müessese ve unsurlar cümlesindendir. Ve tabiatıyla şirk kavramı dahi bu mezkür kavram, unsur ve anlamlarla ilgili tüm beşeri müdâhale ve iştirâkları ifade eden bir züm-ü azim………. onun faili, yani müşrik dahi ne çeşit (pisliği-necâseti) tevbe ile temessül ve tecessüm ettirmiş bulunmaktadır.
Mezkur üç ilâhi sıfâta yani Ubudiyet, Rubûbiyet ve Ulûhiyet tevhidi sıfatlarına yönelik ve müteâllik üç nev’i şirk ameliyesi söz konusu olabilmektedir:
A-) İmanî, itikâdî, fikri, kültürel hayat tarzı ve bakış açısı boyutu.
B-) Söz, beyan, ifade, üslup, hâl, tarz, tavır, adap ve ahlâk boyutu.
C-) Ferdî, ictimâî ve siyasi hayat ile alakalı dünyevi ve uhrevi (çift) cepheli her türlü fiil, amel, muamele, etki-tepki ve hareket boyutu…
Ki ilâhî olmayan, vahiyle tasdik edilmeyen ve kabul görmeyen, dolayısı ile İslâm’a zıt, ilâve-eksiltme kabilinden olan her türlü beşerî görüş-düşünce, âkide-inanç, ideoloji, düzen, kültür, ahlâk, kanun, hüküm ve bakış açılarının tamamı bu üç boyutlu şirk ve küfür kategorisi zımnında ve içinde olduğu-olacağı izâhtan vârestedir. Ve; pek tabii ki şirk de oranın azlığı diye bir şey mevzu bahis olamaz; yani şirkin tekevvün edip oluşmasına asla mani olmaz. Ancak, şirk oranı arttıkça ve muhtevası ehemmiyet kesp ettiği nispette, şirkin katmerliğide o nispette artmış olur.
Bu çok boyutlu ve değişik oranda olan şirkin oluşumunda; nefis, hevâ, hevesât, insî ve cinnî şeytanlar, mücerred ve müşahhas, mücessem putlar ile mütenevvi renk ve çapta olan tâğutların ayrı ayrı veya ortaklaşa etkinlikleri bulunmaktadır. Evet, ‘fücurunu ön plana almak isteyen’[1] ‘…Nefis, gerçekten bütün şiddeti ile kötülüğü emreder.’, ‘(Samiri) nihayet onlara bir buzağı heykeli döküp çıkardı -ki böğürmesi var-, işte sizin de ilahınız Musa’nın da ilahı budur! Fakat (Musa) bunu unuttu dediler…’, ‘…(Musa, turdan dönünce) Senin yaptığın bu iş (de amacın) nedir, Ey Samiri? dedi. (Samiri’de) Ben, onların görmediklerini gördüm; bir Resulün eserinden (izinden) bir avuç alıp onu atıverdim. Böylece bunu bana, ‘nefsim’ hoş gösterdi! dedi.’[2] ayet-i kerimeleri, nefsin konu ile ilgili menfi rolünü ve pozisyonunu ifade ederken; ‘kendi hevasını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın’[3] ve; ‘şimdi sen, kendi hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık, Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?’[4] gibi bir çok ayet-i kerime dahi hevâ ve hevesatın yıkıcı putperestane misyonuna ve özelliğine dikkat çekmektedir…
Nefs-i ceberut ve hevesât-ı rezileyi kamilen şahıslarında ve tağûti düzenlerinde birleştirmiş bulunan insî şeytanlardan Nemrûd ve Firavun bu konuda (şirk ve küfür konusunda) zirveye tırmanmış ‘iki tarihi canlı sembol’ olarak, Kur’an-ı Kerim’de bahis konusu edilmiş bulunmaktadır. Ezcümle: ‘Allah, kendisine mülk (devlet ve iktidar) verdi diye, Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya-çekişmeye gireni (Nemrud’u) görmedin mi? Hani, İbrahim (ona): ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti. O da: ‘Ben de öldürür ve diriltirim demişti.’[5], ‘İbrahim dedi ki: ‘O halde, Allah’ı bırakıp da sizlere hiçbir fayda veremeyecek ve zararı dokunmayacak şeylere mi ibadet edip tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’tan başka ibadet edip taptıklarınıza. Siz hala akıllanmayacak mısınız?’ (Nemrud ile kavmi ise) Dediler ki: ‘Eğer (ona bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve (böylece) ilahlarınızın (putlarınızın) öcünü alın.’ Biz de: ‘Ey ateş İbrahim’e karşı soğuk ve selamet oluver’ dedik.’[6]
Keza: ‘Gerçek şu ki; Firavun, yeryüzünde yücelik taslamış ve oranın ahalisini bir takım guruplara ayırıp-bölmüştü. Onlardan bir taifesini zayıf bırakıyor, erkek çocuklarını boğazlatıyor ve kadınlarını da diri bırakıyordu. Şüphesiz o fesat çıkaran müfsitlerdendi.’[7] ‘Firavun dedi ki: Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o (gitsin) kendi Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. Musa dedi ki: Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her müstekbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan (Allah) a sığınırım…’, ‘…Firavun dedi ki: Ben size, yalnız gördüğümü (görüşümü) gösteriyorum ve muhakkak ki ben rüşd olan -olgun yola ancak ‘ihda’ etmek- yöneltmek istiyorum.’[8] ayet-i kerimeleri ile; ‘eşsiz zulmü’ yanında, ‘dindar’, ’müslih’ ve ‘ergin ve olgun yola kılavuz’ rolüne bürünen firavunun tipik/sahte ve riyakar çehresi ortaya çıkmış bulunmaktadır.
ve yine, ‘(Musa’ya) Andolsun ki, benden başka bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka-kesinkes zindanda bulunanlardan yaparım, diyen …’[9] ‘Firavun; ‘’çevresinde bulunan ileri gelenlere: Doğrusu bu, bilgin bir sihirbazdır. (Ki) Sihriyle, sizi yerinizden,yurdunuzdan sürüp çıkarmak istiyor, dedi.’[10] Böylece; ilahlığını, zindan ve hapis tehdidiyle oturtmaya çalışırken, diğer yandan da acz ve zilletini haykırırcasına, aciz insanlardan yardım dileniyor. Ve, her zaman ve mekanın Firavunlarının, tağutlarının başvurduğu ‘vatancılık-milliyetçilik’ duygularının istismar edilmesi yoluna başvuruyor.[11] Ayrıca; mülk-ü emvali ile öğünüp psikolojik etki ile tahakküme (ilahlığa) soyunuyor.[12] Aynen, azgınlaşan ve şımaran Karun’un öğünmesi ve tafra satması gibi…[13]
Keza; ‘Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum…’[14], Ve yine; ’Sizin en yüce Rabbiniz benim, dedi.’[15], ‘Ve sihirbazlar secdeye kapanır oldular, alemlerin Rabbine iman ettik, dediler; Musa’nın ve Harun’un Rabbine. Firavun ben size izin vermeden önce ona iman ettiniz, öyle mi?…’, ‘… Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim, dedi. (Onlar da) Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz, dediler.’[16] gibi nice ayet-i kerimeler, Firavun ve benzeri (gelmiş-geçmiş ve hal-i hazır) tüm tağutların ve müstekbirlerin dayandıkları zer-zor ve örgütler (altın, kaba kuvvet ve mele yani yardımcı-yaptırımcı kurum, kurul ve konseyler) sayesinde zalim ve şeytani düzenlerini gayet kolayca koruyup-ayakta tutabildiklerini; geniş halk kitlelerini bu cazib-ürkütücü ve uyuşturucu-uyutucu araç ve kanallarla (gönüllü veya gönülsüz) kendilerine ve habis sistemlerine ram-musahhar, kul-köle ve esir duruma getirdiklerini; din-iman, akıl-irade, hürriyet ve şahsiyet gibi insani, temel hiçbir değer bırakmadıklarını; rezil şahsiyetlerini, düzenlerini ve onları sembolize eden kurum, teşkilat, put ve heykellerini Mabud, Rab ve İlah mesabesine (?) çıkarmayı başardıklarını beyanen ders vermekte; bu nokta-i nazardan (perspektiften) günümüz dünyasındaki tağuti düzen, güç ve yapılanmalara karşı müteyakkız bulunmamızı sağlamakta ve istikbale ve nesl-i atiye ışık tutmaktadır. (Mele-i Firavun günümüzde; tağuti dünyadaki ve düzenlerdeki askeri, iktisadi, siyasi, ictimai, kültürel, hukuki, teşrii, icrai, istihbari, cinai kurum-kurul-kuruluş, teşkilat-örgüt ve konseylerdir. Örneğin BM, Parlamento, MGK-Silahlı Kuvvetler, Emniyet Teşkilatları, BÇG-BTG-MİT-JİTEM-CİA-MOSSAD, Terörle Mücadele(?), Medya, DGM-Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, YÖK, RTÜK, Partiler, Sendikalar vb. gibi çok yönlü ve renkli yapılanmaları yansıtıp temsil ve ifade etmektedir.)
Şirk düzen, kültür ve hayat tarzının, yani zulüm ve tuğyanın sembolü haline gelmiş bulunan Nemrut, Firavun ve benzeri tağutların, ilham kaynakları, ilk ataları, pirleri ve baş üstadları; tabiatıyla, yeryüzünde şirk ve küfrün ifsat ve batılın zulmü isyan ve tuğyanın müessisi, mübelliği ve naşiri rolünü, misyonunu üstlenip yerine getirmiş olan iblis olduğu izahtan varestedir. ‘Saf/ dumansız alevli ateşten yaratılmış…’[17] ve ‘Cinlerden, cin kavminden ve neslinden…’[18] olan iblisin insanoğluna karşı koruduğu deruni-ezeli haset, kin, husumet ve adaveti; ‘Hazret-i Âdem’in yeryüzünün halifesi olarak yaratılması…’[19] ile birlikte depreşmeye başlamış… ‘Allah-u Teâlâ’nın iblise ve tüm meleklere, Âdem’e secde edin!’ diye emretmesi üzerine, kibirlenerek bu ilahi emre itiraz ve isyan etmesi…’[20] tarihi ‘ibtila olayı’ vesilesi ve dolayısıyla dışa yansımış böylece kıyamete kadar devam edecek olan şeytani ve tağuti önderlik etme ve insanoğlunu muhtelif yollarla ifsat ve idlâl ederek saptırma dönemi ve görevi başlamıştır.[21]
İblisin, isyan ve tuğyanı neticesinde bir şeytan-ı recim olarak, bahis konusu (çok yönlü ve muhtelif boyutlu) ifsat ve idlâl çalışmalarına, faaliyetlerine hız vermesi ile insanlık hayatı içerisinde, ‘Kabil ile başlayan…’[22] ve tarihi seyir çizgisinde gittikçe artan ve günümüze, daha da katmerleşerek ulaşan müthiş bir tuğyan ve dalaletin varlığı müşahede edilmektedir.
Değişik dünyevi, nefsani ve şeytani saik, arzu, istek, kaygı ve duygularla, hakkı batıl ile iltibas edip, karıştırma ve gizleme, değiştirme, satın alma[23], nefsin su-i telkinine[24] ve fücurunun öne geçirilmiş olmasına maruz kalma[25], can korkusu içerisinde bulunma ve hakim güçlere yağcılık, dalkavukluk yapma[26], dünya metaına ve ziynetine rağbet ve perestiş etme ve aldanma[27], ‘heva ve hevesata meftun ve mağlub olma’[28], ‘İnsi-cinni şeytanların ve hannasların her türlü iğva, idlal, ifsad, vesvese ve fitlemeleri ile her an karşı karşıya bulunma’[29] gibi pek çok menfi durum, tarz, pozisyon ve muameleler karşısında bulunan insanoğlunun büyük bir çoğunluğu, (farkında olarak veya olmayarak) kendini iblisin yandaşları, kardeşleri, dostları, arkadaşları, yardımcıları ve askerleri arasında bulmuştur.
Şirk ve küfür zulümatı içerisine ğark olmuş bulunan ve tağuti, müşrik güçlerin ve düzenlerin siyasi, içtimai, iktisadi, askeri vb. temellerini ve alt yapılarını oluşturan ve ‘ayrı- ayrı, muhalif, din, hizip ve gruplara bölünmüş ve bununla öğünüp ferahlanan’[30]; çok zalim, çok cahil ve çok nankör, kafir, çok aceleci, cedelci ve o kadar da zayıf durumda bulunan[31] ve kör, sağır, dilsiz, hissiz ve hayvanlardan daha aşağı, sapık bir yapıda ve karakterde olan[32] bahis konusu edilmiş bulunan, evliya’uş şeytan[33] zaman zaman değişik isim ve sıfatlarla andıkları cansız heykellere, putlara tapınma yolunu örf, adet ve dinini de ihtiyar etmiş[34], babadan evlada, nesilden nesile devr alıp geldiği bu batıl, şirk, küfür, zulüm, fısk-u fücur, vahşet ve dalalet-alûd, sapık, tağuti yol ve görüşü ve hayat tarzını çağımıza ve günümüze taşımış bulunmaktadır.[35]
Böylece; ‘’Şeytan onları baştanbaşa kaplayarak sarıp kuşatmıştır. Böylelikle de onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar hizb’uş-şeytandır. Dikkat edin, hizb’uş-şeytan hasirun (hüsrana uğramış) olanlardır.[36] Keza, şeytani kurum, kuruluş, düzen, düşünce ve ideolojileri her yönden ve çok boyutlu olarak savunma ve koruyup kollama misyon ve fonksiyonunu deruhte eden hizb’uş-şeytanın komutanı, sevk-u idare edeni, yani cinni şeytanı, iblisi temsil eden, canlandıran ve bilfiil tüm fonksiyonlarını ehliyet ve dirayetle icra eden şahıs, kavim, güç, düzen ve devletler (ve onları temsil ve sembolize eden soyut-somut şeyler) ise Kur ’ani, İslami ve Tevhidi literatürde, tağut ve tağutlar diye ifade ve tesmiye edilmekte ve onların (tağutların) her yönden nefy-ü red ve yok edilmesi istenmektedir.[37] (Ki bu da Kelime-i Tevhidin (Lailahe illallah’ın) ilk cümlesinin (Lailahe’nin) mündemiç bulunduğu nefy-i şirk merhalesinin ve şıkkının müradifi yani eş anlamlısıdır.)
Kur’an-ı Kerim’in gerek, şahs-ı münferid, kral, diktatör, şahıs ve şahıslar[38] ve gerekse şahs-ı ictimai ve siyasi yani kavim, toplum, egemen güç, hakim otorite, düzen ve devletler[39] zemininde ve platformunda bahis konusu ettiği tarihi tağutlar, tuğyanlık ve tağutluklar günümüz dünyasındaki emsallerinin tesbiti ve belirlenmesi konusunda, bizlere ışık tutucu ve yol gösterici bir kolaylık ve meleke sağlamış olduğu izahtan varestedir. (İzaha gerek ve ihtiyaç kalmayacak kadar açıktır.)
Vahy-i İlahi’nin, her ayetini, her İslami, Şer’i emir ve hükmünü duydukça; küfür ve tuğyanları arttıkça artan[40], fitne-fesat çıkarmak, harsı ve nesli (Beka-i hayatın lazımesi olan maddi-manevi ürün ve üremeyi) yok etmek için şiddetli bir husumet, kin ve düşmanlık psikozu ve histeriği içerisinde çalışan[41] ve bu amaçla yeryüzünde gözü kapalı, şaşkın, kudurgan, saldırgan, körü körüne bir zulm-ü tuğyan ve şirk-i küfran içerisinde dolaşan[42] bahis konusu (iblisin canlı timsali olan çok yönlü yıkıcı fonksiyonu bulunan) şeytanlaşmış tağutların her biri, mücessem ve mücerret söz, kelam, fiil, amel, hareket, fikir, akide ve varlık (gibi fonksiyonel hayatın ve aktivitenin temel nokta ve unsurları) anlamına gelen ve bu misyon ve fonksiyonun batıl, habis, sapık, yıkıcı ve mel’unane veçhini, cihetini ifade eden bir kelime-i habiseyi temessül ve tecessüm ettiren, bir şecere-i habise[43] bir şecere-i mel’une[44] ve bir şecere-i zakkum[45] olarak; insanoğlunun dünyevi ve uhrevi hayatını, (zakkum ile besleyip) fısk-u fücur, zulm-ü tuğyan, şirk ve küfür pisliği ve zehiri ile yoğurarak, müthiş-hazin bir hüsrangâha, vahşetgâha ve cehennemi matemgâha çevirmenin başını çekmiş ve öncülüğünü yapmışlardır.
Allah-u Teâlâ’nın (c.c) bir kısım sıfatlarını, özellikle de ‘Ubudiyet, Rububiyet ve Ulûhiyet’ dairesine taalluk eden ilahi vasıf ve fonksiyonlarını tamamen veya kısmen kendilerine tahsis etmek yahut kendilerini onlara teşrik (ortak ve hissedar) kılmak ve o tür bir mülahaza ve kanaat içerisinde bulunmak yani insanlara fert ve toplum olarak yön vermek, egemen olmak, kanunlar, hükümler, nizamnameler, yasaklar ve emirnameler koymak ve bunlar kanalıyla da insanları kendilerine tabi kılmak, itaat ettirmek, boyun eğdirmek, eğitmek ve yönlendirmek ve böylece kendilerini (haşa…) Ma’bud, Rab ve İlah makamına koyma küstahlığında bulunmak suretiyle doğan tağuti güç, kişi, toplum, kurum, düzen, sistem, devlet ve ideolojilere ikrah (şiddetli zorlama) olmadan, mezkur bağlamda ve boyutlarda meyl, rağbet, perestiş, ittiba, itaat, kabul, tasdik veya muhabbet içerisinde bulunan insanların bu fiil, tutum ve tavırları şirk ve küfür kendileri dahi müşrik ve kafir olacağı-olduğu, yüce Kur’an’ın ilahi beyanı ve açık ifadesi cümlesindendir. (Kur’an’ı Kerim’de, Allah-u Teâla (c.c) tarafından yapılan bu kesin tavsif, tasnif, tesmiye, tarif ve tanımlamayı başkalarının tahrif etmeye kalkışması, şirk ve küfrün ayrı bir tezahürü olacağı açıktır.)
Günümüz dünyasında Demokrasi, Laiklik, Modernizm, Postmodernizm, İdealizm, Realizm, Hümanizm, Kapitalizm, Liberalizm, Faşizm, Komünizm, Sosyalizm, Kemalizm, Deccalizm, Emperyalizm, Siyonizm, Masonizm, Feodalizm, Monarşizm, Despotizm, Neo-Nasranizm, Neo-Yahudizm, Amerikaizm Ve Avrupaizm vb. türden isim, sıfat, sistem, akım, hareket, felsefe, dünya görüşü ve bakış açısı olarak çıkan şeytani, tağuti güç, düzen, sistem, devlet ve akımlar insanlığı bilhassa mazlum ve mustaz’af Müslüman halkları, Allah-u Teâlâ’nın (c.c) aziz ve yüce dininden (İslam’dan) ayırmanın, muhtelif renk ve boyutta olan İslam dışı yani şirk, küfür, batıl ve dalalet girdaplarına, uçurumlarına yuvarlamanın ve bu fiil ve faaliyetleriyle telezzüz etmenin, zevklenmenin mel’unane yarışı içerisine girmiş bulunmakta; biçare insanlığın maddi ve manevi bu sefaleti, felaketi üzerine taht kurmakta, vurgunlar, çıkarlar sağlamaktadır ki buna da ne acı ve ne hazindir ki; tağutlara, müstekbirlere ve yakın mele, mütrefin denen tağuti yardımcı güç ve kurumlara, düzen ve ideolojilere hizmet ve destek ameliyesi içerisinde bulunma bedbahtlığı misyonunu ifa etmekte olan ezilmiş geniş halk kitleleri sebep ve vesile olmakta; bunların itaati ve yardımı yani kullukları, kölelikleri oranında tağutlar ve tağuti güç ve düzenler zulm-ü tuğyanlarında başarılarına başarılar katmaktadır.
İşte; bu hazin tablo ve vakıadan dolayı olsa gerek ki; Kur’an-ı Kerim, tağutlardan, şeytani güçlerden ve müstekbirlerden ziyade mustazaf halklara ve fesada müsait bulunan geniş kitlelere, saptırılmış, kul ve köle edilmiş ve edilme durumunda olan insanlara yönelik, uyarıcı, uyandırıcı ve irşat edici hitaplarda bulunmakta onları bu zelil, rezil ve sefil durumdan (şirk ve küfürden) mutlak hürriyeti temsil eden Allah’a kulluğa yani gerçek tevhide çağırmaktadır. Şirk-i mücessem olan tağutlardan onların müşrik, kafir, münafık vb. etrafından, etabından yani hizb’uş-şeytandan tüm boyutlarından uzaklaşmayı (teberrayı) ihtiva eden bu İlahi-Kur’ani çağrıdan birkaç örnek verecek olursak; ezcümle: ‘Sen onların milletine (din ve görüşlerine) uyup itaat etmedikçe (kitap ehli kâfirlerden olan) Yahudi ve Hristiyanlar senden asla razı (ve hoşnut) olmazlar. (Onlara) De ki: Hiç şüphesiz hidayet yolu, Allah’ın (din-i İslam olan) yoludur. Sana gelen (hâsıl olan) bunca ilimden, bilgiden sonra, eğer onların (şeytani) hevalarına uyacak olursan, sana Allah’tan bir veli ve bir yardımcı asla olmaz.’[46] ; ‘…(O müşrikler) eğer güç yetirirlerse sizi dininizden geri çevirinceye (sizi müşrik-kâfir yapıncaya) kadar, sizinle savaşmayı sürdürürler. Sizden her kim ki dininden (İslam’dan) geri döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların (önceden yaptıkları tüm iyi) amelleri dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar Eshab’un-nar’dır. Orada onlar daimi kalıcılardır.[47]
‘Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler.’[48]; ‘Ey iman edenler! Eğer siz, kendilerine kitap verilenlerden (kâfirlerden) herhangi bir fırkaya itaat ederseniz, onlar sizi imanınızdan sonra geri çevirip kâfirleştirirler.’[49]; ‘Onlar müminleri bırakıp kâfirleri veliler edinirler. (Yoksa) izzeti onların yanında mı arıyorlar? Hiç şüphesiz bütün izzet (güç ve şeref) Allah’ındır.’[50]; ‘Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları veli (dost-yönetici) edinirse, hiç şüphesiz o da onlardan (Yahudi ve Hristiyanlardan) dır. Muhakkak ki Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez! İşte, kalplerinde maraz olanların onlarda (kâfirlerle dostluk hususunda) yarıştıklarını görürsün.’[51]; ‘Onlardan çoğunun küfre sapmış kâfirlerle dostluklar kurduklarını görürsün! Kendileri için, nefislerinin takdim ettiği bu şey (ve bu iş) ne kötüdür! Eğer (onlar) Allah’a, peygambere ve O’na indirilene (Kur’an’a) iman etmiş olsalardı, onları (kâfirleri) evliya edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasıklardır. Andolsun, insanlar (içinde) iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olanları, Yahudiler ve şirk koşanlar olduğunu bulursun.’[52]
Hristiyan, Yahudi ve müşrik gibi kâfir türlerinin en habisi ve en aşağısı ise; her renkli, her çeşit kâfirlere uşaklık, muhbirlik ve aracılık yapan, iki ve çok yüzlü (Müslüman görünmeye çalışan) münafıklardır. Ki bunlar, çok yönlü ve çok boyutlu İslam düşmanlarının içimize sızmış, dâhili uzantıları ve ihanet merkezleri ve hareket noktaları, saldırı üsleridir. Yüce Kur’an-ı Kerim, bu habis şahıs, kişi ve güçleri pek çok Ayet-i Kerimeleriyle deşifre edip, bildirmektedir. Örneğin; ‘’İnsanlardan öyleleri vardır ki; biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik, derler; oysa onlar inanmış değildirler. (Onlar sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Hâlbuki onlar, yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar da bunun şuurunda değildirler. Onların kalplerinde maraz vardır. Allah da marazlarını arttırmıştır. Yalan söylediklerinden dolayı, onlar için acıklı bir azap vardır. Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde; ‘biz yalnızca ıslah edicileriz’ derler. Ayık, uyanık olun ki; onlar, fesatçıların, kargaşa çıkaranların ta kendileridir. Fakat bunun şuurunda (bile) değillerdir…’, ‘… İman edenlerle karşılaştıkları zaman: ‘biz de (sizin gibi) iman etmişiz’ derler. (Kendilerini yöneten) şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: ‘biz (dinde) sizinle beraberiz! Hiç şüphesiz biz (iman eden Müslümanlarla) yalnızca istihza edicileriz, onları alaya alıcılarız’ derler.’[53] Keza;
‘Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri veliler (yönetici/arkadaş ve dostlar) edinmeyin! Kendi aleyhinizde, Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz? Gerçekten münafıklar, ateşin (cehennemin) en alt, en alçak tabakasında, çukurundadırlar. Onlara herhangi bir yardımcı da bulamazsın.’[54]; ‘Sen onları gördüğün zaman cisimleri, görünümleri senin acayibine, hoşuna gider ve konuşursa da söylediklerini dinlersin. (Hâlbuki) Onlar, sanki (sütun gibi) dayandırılmış (içi kof) ahşap-kütük gibidirler. (İmandan boşalmış olmalarından dolayı da) her sayhayı (ses ve çığlığı) kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar (azılı-azgın) düşmandırlar. Binaenaleyh, onlardan hazer kılıp sakın! Allah gebertip, kahretsin onları! Nasıl da (Hakk’tan batıla, imandan küfre, Tevhid’den şirke ve hidayetten dalalete) çevriliyorlar?’[55]
Ve keza; her türlü şirk ve küfrün, zulmün ve tuğyanın, fısk ve fücurun temerküz ve tecessüm noktası ve merkezi konumunda olan tağutların, tağuti güç ve düzenlerin nefy-ü red edilmesi ile şirk ve küfrün silinmiş, yıkılmış ve yok olmuş olacağına; gerçek tevhidin ve yakini imanın tahakkuk edip gerçekleşmiş bulunacağına dikkat çeken Kur’an-ı Kerim, bu konuya son ve kesin noktayı koymuş bulunmaktadır.
‘Artık kim ‘Tağutu’ tanımayıp (Nefy-ü red ve inkar eder) ve Allah’a (Gerçek tevhid ile) iman ederse, şüphesiz o, kendisinde asla kopma olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, (dediklerinizi) işitendir, (yaptıklarınızı da)bilendir. Allah, (böyle sağlam) iman edenlerin velisidir. Ki onları, zulümattân nura çıkarır. (Şirk-ü nifak ve tuğyan ile) küfredenlerin velileri ise; (Her tür cins-i ) tağuttur. Ki onları (kendi velilerini, dost ve bağlılarını),nurdan zulümata (şirk ve küfür karanlıklarına) çıkarırlar. İşte onlar, (hep beraber, topluca) ateşin ashabı, halkıdırlar.’[56]; Keza;
‘Kendilerine kitaptan bir pay verilerini görmedin mi? Onlar, tağuta ve (Onun timsalleri, göz boyacıları olan) “Cibt”e inanıyorlar ve diğer küfreden (müşrik) ler için: ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır.’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lanetlediğidir. Allah’ın kendisini lanetlediği kimseye hiç bir yardımcı bulamazsın.’[57], ‘Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıkları zu’munda bulunanları (yani ileri sürenleri) görmedin mi? Bunlar, Tağut’un önünde (huzurunda-yönetiminde ve onun kanunlarına göre) muhakeme olmayı istemektedirler. Oysa onlar, onu redd(-ü nefy ve inkar) etmekle emrolunmuşlardır. Şeytan ise, onları (tağuta baş vurdurtup, itaate yöneltmeye çalışmakla) çok uzak (uzun, büyük boyutlu) bir dalalet ile sapıtmak ister. Onlara: Allah’ın indirdiği (emir, kanun ve hükümleri)ne ve Peygamber’in dediklerine gelin (uyun) denildiğinde, o münafıkların senden kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.’[58] Ve keza;
‘…Allah’ın kendisine lanet ettiği, ona karşı gazaplandığı ve onlardan (gerek suret gerekse siret cihetiyle) maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tağuta kulluk edenlerdir. Ki bunlar, mekânları daha şerli (fena ve kötü) ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır. Size geldiklerinde ‘iman ettik’ derler. Oysa onlar, küfürle girmişlerdir ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını daha iyi bilir. Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür!’[59]
Evet ‘Andolsun, biz her ümmete Allah’a ibadet edin ve tağuttan da içtinap edinin, kaçınıp uzaklaşın!’ (diye tebliğ etmesi için ) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine (çağrıyı kabul edenlere) Allah, hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de dalalet hak oldu. Artık yeryüzünde dolaşında (Hakk’ı, İslam’ı) yalanlayanların uğradıkları sonucu görün!’[60] ; ‘Onların (şirk, küfürde olanların, tağutlara uyanların) üstlerinde ateşten katlamalı tabakalar, altlarında da katlamalı tabakalar vardır. İşte Allah, kendi kullarını (insanları) bununla tehdit edip korkutuyor: ‘Ey kullarım! Öyleyse sizde benden korkup sakının. Tağuta ibadet etmekten (kulluk yapıp tapınmaktan) kaçınan ve Allah’a içten yönelenlere gelince, onlar için (kurtuluş yüklü) bir müjde vardır. O halde kullarıma müjde ver! Onlar ki, (her türlü sözü) işitir, dinlerler ve sadece en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidayete (Din-i Hakka Ve Tevhide) eriştirdiği kimselerdir.’[61]
İşte; ‘Her türlü şirkten ve şirk koşulan şeylerden, yaratıklardan, yüce, aziz, münezzeh, müberra ve müstağni olan’[62] Allah-u Teâlâ (c.c) akl-ı selim ve fıtratı temiz kullarını, heva hevesatlarını ilahlaştırarak şirk-i mücessem halinde birer şeytanı recim olan tağuti güç, kişi, kurum, toplum ve düzenlerin habis heva, arzu ve isteklerine uymamaya[63]; ‘her türlü şirk ve küfürden arınmaya, müşriklerden, kâfirlerden ayrı ve uzak bulunmaya[64] çağırmakta ; ‘Şirk ve küfür koşan müşrik ve kâfirlerin, dünyada ahirette de, hüsrana uğrayıp bin bir pişman olacaklarını’[65] beyan ve ifade ederek; ‘mutlak, tek ve yegâne Ma’bud, Rab ve İlah olarak yalnız ve yalnız kendisine biat edilmesini, sadece kendisine yönelip boyun ve baş eğilmesini, izinde ve yolunda gidilmesini ancak kendi kanunlarına, emir ve yasaklarına uyulmasını ve itirazsız tek otorite, yönetici, yönlendirici olarak (her cihette bil-fiil) kabul edilip teslim olunmasını ve dinin, yani; insan hayatının dünyevi ve uhrevi tüm cephesini, yaşantısını ihtiva ile birlikte mutlak kurtuluş ve saadetini sağlayan-sağlayacak İslami hükümler, kaide ve prensipler mecmuası olan hayat görüşü, felsefesi ve sisteminin her şeyin ve insanların yegâne yaratıcısı ve maliki olan zat-ı uluhiyetine has, tahsis ve halis kılınmasını’ taleb etmektedir.[66] Ve hakeza…
Böylece, yani mezkûr hakikatlerin beyanı ve serdedilmesi muvacehesinde; gerçek imanın yani tevhidin nefy ve red veçhi ve merhalesinin (yani La İlahe’nin) tahakkuku vuzuha kavuşması ile birlikte, isbat, tasdik ve kabul veçhi ve merhalesi olan ‘İllallah’ın yani insanı, tüm hayatı ve mükevvenatı yoktan var eden ve her türlü levazımatını tedarik edip ihtiyaçlarını karşılayan ve varlıklarının devamını sağlayan Allah-u Teâla’nın (c.c), Zat-ı Ehadiyeti’nde ve Hallâkiyeti’nde olduğu gibi, sıfat, esma ve efal-i zatiyesinde ve onların adeta temerküzleştiği ve camiiyyet kesbetttiği Ubudiyet, Rububiyet ve Ulûhiyeti mutlaka cihetiyle de (her yönden) birlenmesi, belirginleşmesi ve fonksiyonunun müşahhaslaşması ve sübuta kavuşması anlamı ve aşaması dahi tahakkuk etmiş, anlaşılmış olmaktadır.
Evet; Vacib’ül Vücud, Hayy’ül Kayyum, Rezzak-ı Kerim, Kaviyy’un Aziz, Rahman’ur-Rahim, Semi’un-Alim, Kadir’un-Murid, Melik’un-Hakim, Aliyy’un-Azim, Cebbar’ul-Kahhar, Halik’ul-Bari ve sonsuzluğa doğru giden bütün Esma-i Hüsna ve sıfat-ı ülya (güzel isimler ve yüce sıfatlar) sahibi olan ve hiçbir cihette şeriki, şebihi, misli, zıddı, rakibi ve yardımcısı asla bulunmayan ve her yönden Vahdaniyet-i Mutlaka, Ehadiyet-i Mutlaka ile muttasıf bulunan Allah-u Teala, kainatta vaz etmiş bulunduğu ilahi emir, kanun ve hükümlere paralel olarak hayat-ı insaniyenin tanzimi, tedvini, tedviri, terbiye ve idaresi için dahi aynı tür, benzer ilahi hüküm ve kanunlar, emir ve yasaklar vaz etmiş bulunmaktadır. Ki; bu tekvini ve teşrii alanlarda ki her yönlü, çok boyutlu ve sınırsız bir ilahi vahdaniyet ve mutlak ehadiyet tecellileri; sair âlemde ve varlıklarda ızdırari, fıtri ve tabii bir tasdik, kabul, inkıyad ve teslimiyetle tevhidi yankısını bulurken; zi-şuur ve zi-akıl, sahib-i ihtiyar ve irade olan ve bu hususta kemal noktasında olan insanlık âleminde de; iradi ve ihtiyari bir intihab, tercih, kabul, tasdik, inkıyad, itaat ve teslimiyet ile, bir tevhid-i Ubudiyet, Rububiyet ve Uluhiyet nuru (zaruret-i akliye ve fıtriye gereği olarak) tezahür ve tebellür etmiş olmaktadır.
Hayat-ı insaniye’nin enfüsi ve afaki (iç ve dış), maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi, ferdi, ailevi, siyasi, ictimai, hukuki, iktisadi-mali, ticari, akli, kalbi, ruhi, fikri, fiili, ahlaki, hususi ve umumi tüm veçhe ve cephelerini kapsayan alanların (İslami-Kur ’ani literatürdeki tanımıyla, ‘Din’in), bütün boyutlarıyla Vahid-u Ehad olan Allah-u Teala’ya (kayıtsız-şartsız) has, tahsis ve halis kılınmasını ifade eden gerçek tevhid (ki; genel hatlarıyla Ubudiyet ve Uluhiyet boyutlarında yoğunluk arz etmektedir.); insan hayatının olduğu gibi, tüm kainatın ve mahlukatın dahi mutlak huzur-sükun, nizam-intizam-ahenk, salah-felah-selamet-güven ve saadet kaynağı olduğu-olacağı aksinin yani tevhitten sapmanın ise; buhran-anarşi, fitne-fesat, dalalet, felaket, vahşet ve hasaret doğuracağı, izahtan varestedir. Bu cümleden olarak, Rabbimiz (c.c); Kur’an-ı Kerimde pek çok ayetlerle konuya dikkat çekerek, gaflet girdabında bulunan kullarını sürekli olarak ısrarla uyarmaktadır. Örneğin:
‘Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kullukta bulunup ibadet ediniz ki korunup takvaya ermiş olasınız.’[67]; ‘Sizin ilahınız, bir-tek İlah’tır; Ondan başka hiç bir ilah yoktur.(O,) Rahman’ür-rahim’dir.’[68]; ‘Allah, (Öyle bir Allah’tır ki;) ondan başka hiçbir ilah (hüküm ve kanun koyucu, yön verici) yoktur. ( Ve O) ‘Hayy’ül-kayyum’dur. (Her şeye hayat veren, onları ayakta tutan ve varlıklarını ikame eden, düzene koyan, yegâne ve mutlak ilah olan Allah’tır.)[69]; ‘Allah, hiç şüphesiz bizzat kendisi, ondan (kendisinden) başka hiçbir ilah olmadığının gerçek şahidi-delili oldu; ve melekler ve adaleti (Kıst’ı) ayakta tutup ikame eden gerçek ilim sahipleri de (buna, yani;Allah’ın kendisinden başka hiçbir ilahın, hüküm ve kanun kaynağının olmadığına-olmayacağına şehadette bulundular.) (Ki o Allah) Aziz’ül-Hakim’dir. (Eşsiz hüküm, hikmet sahibidir, çok yüce izzet, azamet, güç, etki ve yetki kaynağıdır, sahibidir.)’[70]; ‘… O; Vahid olan, Kahhar olan Allah’tır.’[71]
‘Ben cinleri de, insanları da yalnızca bana ibadet, kulluk etsinler (kanunlarıma, hükümlerime, emirlerime ve yasaklarıma uyup itaat etsinler) diye yarattım.’[72]; ‘De ki: Gerçekten bana: ‘Sizin ilahınız, bir tek İlah’tır!’ diye vahyolunuyor. O halde artık siz, (gerçek tevhidi kabul ederek) Müslüman olacak mısınız?’[73]; ‘De ki: Şüphesiz ben de, sizin misliniz olan bir beşerim; (fakat) bana , sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık (gerçek tevhidi kabul ve tasdikle birlikte) ‘amelen salihen’ amellerde bulunsun ve Rabbine ibadette (kullukta ve itaatte) hiç kimseyi ortak edip şirk koşmasın.’[74] (Kehf/110); ‘İşte sizin ilahınız, bir tek İlah’tır. O halde, yalnızca ona teslim olun, gönül verip boyun eğin. Sen, ‘Muhbitinleri’ (Allah’a içten teslim olup tevhid de gerçek imanda mutmain olarak hamur gibi yumuşak ve toprak gibi mütevazi olanları) müjdele!’[75]; ‘… Ve deyin ki: Biz, bize indirilene de, size (geçmiş ümmetlerden ehl-i kitaba) indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da bir (ve tek olan Rabbimiz) dır. Ve biz o’na (Allah’a) teslim olmuş, boyun eğmiş olan Müslümanlarız.’[76]; ‘Gerçekten ben, ben Allah’ım! Benden başka hiçbir ilah yoktur (ve olmaz) öyleyse; yalnız bana ibadet (kulluk-itaat) et. Ve (bunun ilk adımı ve tezahürü olarak da) beni zikretmek için salatı ikame et.’[77]; ‘Senden önce hiçbir peygamber görmedim ki, ona şunu vahiy etmiş olmayalım: ‘Benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse, yalnız bana ibadet edin.’[78]
Keza; ‘O, Allah’tır; kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. Evvelde de, ahirde de (her türlü) hamd (medh-ü sena) O’nundur, O’na has ve O’na aittir. Ve (her türlü) hüküm de (hükmedip kanun koyma yetkisi de) yalnız O’nundur, O’na aittir. Ve (ey insanlar) hepiniz (er geç) O’na döndürüleceksiniz.’[79]; ‘Ve Allah ile beraber (uydurulmuş olan) başka bir ilaha dua edip, çağırıp, yakarıp tapma; (zira) O’ndan (Allah’tan) başka ilah yoktur. O’nun (zat-ı veçhinden başka her şey, her varlık ) helak (yok) olucudur. (Her türlü) hüküm O’nundur ve siz (muhakeme için elbette) O’na döndürüleceksiniz.’[80]; “…De ki O, benim Rabbimdir; O’ndan başka ilah yoktur. Ben O’na tevekkül ettim ve son dönüş O’nadır.’[81]; ‘… De ki: Ben, yalnız Allah’ a ibadet etmek (emirlerine uyup kullukta bulunmak) ve O’na şirk koşmamakla emrolundum. Ben, yalnızca O’na dua eder, O’na yalvarır yakarırım ve son dönüşüm de O’nadır.’[82]; ‘Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün maliki olan Allah’adır. (Binaenaleyh, Ey Rabbimiz!) biz yalnızca senden yardım dileriz; (o halde sen de) bizi , ‘sıratı müstakime’ hidayet et; kendilerine nimet verdiklerinin dosdoğru yoluna! Gazaba uğramış olanların ve sapkınlıkların ve sapıkların yoluna değil.’[83]
Ve keza; tüm mülk (hükümranlık) elinde bulunan ve her şeye kadir olan yüce Allah[84], hayatı çok yönlü ibtila ve imtihan ameliyesinde tabi kılmak amacıyla yaratış ve bu eksen etrafında devredip döndürmektedir.[85] Ve mutlak hak olan Allah-u Teâlâ[86] gökleri ve yeri ve bunların arasında bulunan bütün varlıkları boşu boşuna ve batıl olarak yaratmamış[87] tam aksine, hepsini ve her şeyi hak ile hakka mutabık ve muvafık bir tarzda yaratmış[88] ve bu ilahi hak ile yaratmasında ve düzenlenmesinde en küçük bir açık-gedik, çatlaklık ve eksiklik bırakmamıştır.[89] Çünkü, O (c.c.) tek ve mutlak hak Hâlık olan yüce eşsiz bir Hallâk’ul-Âlim Hallâk’ul-Bari ve Ahsen’ül-Hâlikin’dir.[90] Keza en mükerrem bir tarzda ve ahsen-i takvim suretinde ve hanif, temiz bir fıtrat üzere yaratılmış olan insanoğlunun[91] hayatını düzenlemek, düşünce söz ve fiilini şekillendirmek, ferdi-ailevi-içtimai-siyasi-iktisadi-hukuki-ahlaki vs. tüm yönlerini tanzim edip yönlendirmek amacıyla ilahi kanunlar, prensipler, hükümler, emir ve yasaklar manzumesi ve mecmuası olan din-i İslam (ve O’nun yazılı ilahi metni olan Kur’an-ı Kerimi, Kitabullah’ı) da hiç şüphesiz, Allah-u Teâla; hak ile mutlak hak ve hakikat, gerçek kemal ve hidayet ve din-i kayyim olarak göndermiş bulunduğu izahtan varestedir.[92]
O halde, gerek tekvini gerekse teşrii cihetiyle olsun Allah’a ait bulunan dine yani Ubudiyet, Rububiyet ve Uluhiyet-i Mutlaka’yı tazammun eden, hayatın ve tüm varlıkların tabi olduğu, tabi olması lazım geldiği akide, görüş, kanun-hüküm, ilke-prensip, nizam, kaide, sistem, söz, fiil-amel-hareket, tarz-tavır ve yaşayış biçimi gibi temel unsurlara, hususlara azıcık da olsa (harici-beşeri) hiçbir müdahalede bulunulmaması, her türlü müdahaleye asla izin-geçit verilmemesi ve ‘dinin sadece Allah’a has, tahsis ve halis kılınması, kesinkes sağlanmalıdır.’[93] Ki, ilahi, gerçek tevhidi doğurup gerçekleştirecek olan bu ameliye; İslami kıyam ve cihat yoluyla, farizasıyla bil-fiil zuhur edeceği, keza (ehlinin malumu olduğundan) izahtan varestedir. Ve böylece, fitne, fesat yani şirk-u küfür, fısk-u fücur, zulm-ü dalalet, katl-ü cinayet, tuğyan-u vahşet yok olup son bulmuş; insanlık hayatı ve tüm âlem emn-u emana, huzura-sükûna, sulh-u felaha, necata ve saadete kavuşmuş olacaktır, İnşallah.
Evet, ‘Eğer her ikisinde (göklerde ve yerde) Allah’ın dışında ilahlar (hüküm-kanun koyucular ve yön vericiler) olsaydı, hiç şüphesiz her ikisi de fesada uğrar-bozulur, yıkılır giderdi.’[94] ’… Eğer Allah, insanların bir kısmını (ehl-i fitne ve fesadı), diğer bir kısmı (ehl-i hak ve tevhid) ile def etmemiş olsaydı, yeryüzü fesada (şirk ve küfür zulümatının istilasına) uğrardı.’[95]; ‘Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz! Bizi, egemen halkı zalim olan bu ülkeden çıkar ve bize katından bir veli (koruyucu, sahip çıkıcı) gönder ve bize katından bir yardımcı yolla diyen, erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan mustazaflar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler, Allah yolunda savaşırlar, küfreden (kâfir)ler de tağutun yolunda savaşırlar. Öyleyse, siz de şeytanın evliyası (dostları) ile savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır.[96]; ‘(Tüm yeryüzünde şirk, küfür ve tuğyan) fitne(si) kalmayıncaya ve din (kanun ve hükümler, yalnız) Allah’ın oluncaya kadar onlarla (Hizb’uş-şeytan olan müşriklerle ve tağuti güçlerle) savaşın.’[97] Keza;
‘Bütün dinlerin, ideolojilerin ve düzenlerin üzerine hakim-hükümran olmak ve tüm batılları yok edip ilahi nuru ve egemenliği-otoriteyi gerçekleştirmek için gönderilmiş bulunan din-i hak olan İslam[98]; Hakkın mücessem timsali olarak, batıl dinleri, düzenleri yıkıp paramparça etme misyonunu ve özelliğini mündemiç bulunmaktadır.[99]
Hülasa-i Kelam; ‘Vacib’ul-Vücud’, ‘Vahid’ul-Ehad ‘ ve ‘Halık’ul-küllişey’ olan Allah-u Teâlâ’yı (cc), zat, sıfat, esma ve ef’al cihetiyle, kayıtsız şartsız ‘birleme’ özellikle, zi-akıl, zi-şuur ve sahib-i irade ve ihtiyar olan insanoğlunun, Ubudiyet, Rububiyet’ ve Uluhiyyet-i Mutlaka’yı bil-ihtiyar ve bil-irade kalp, akıl, fikir, ruh, beden, söz ve fiilleri ile kesinkes ‘yakinen birlemesi’ ve bunu da tasdik, kabul, ikrar ve izhar ederek bütün boyutlarıyla hayatın tüm sahalarına-alanlarına teşmil kılıp yansıtması anlamlarını ifade ve tazammun eden ‘Tevhid’, daha önceki kısımlarda da, yer yer değinildiği veçhiyle ; ‘Nefy’ (Lailahe…) ile ‘isbat’ (..İllallah) cihet, cephe ve merhalelerini ihtiva etmektedir. Ki;
1.Nefy Merhalesi
İslam dışı, her türlü fikir, görüş, felsefe, ideoloji, ahlak, akide-inanç, hukuk, kural, kaide, kanun, örf, adet, moda, din, düzen, kültür ve yaşantıların; fert, aile, toplum ve devlet bazında ve kapsamında olmak kaydıyla, ‘kalp, ruh, fikir, düşünce, akıl, vicdan, lisan ve amel‘ âlemlerinde ve alanlarında belirli metotlarla, akl-ı selimin ve temiz fıtratların ilahi yapısı ve karakteri doğrultusunda, ‘kavli ve fiilî tebliğ’ yollarıyla silinip temizlenmesi ve ‘Din-i Fıtrî‘ olan İslam’ın zıddı, hasmı ve karşıtı olan her türlü (bahis konusu) menhus görüş ve tezahürlerin, düzenlerin tamamen ve bütün boyutlarıyla ref-u def ve yok edilmesini temsil, tebyin ve ifade etmektedir.[100]
2.İsbât Merhalesi
Nefyin yani ‘Lâilâhe’nin kalbi, akli, fikri, kavli ve fiili olarak tahakkukuyla birlikte, hemen isbâtın, yani; ‘..İllâllah’ın ferdi, ailevi, içtimai ve siyasi hayatın bütün alanlarında sabitleşmesi, yani kalben, aklen, fikren, ruhen, ahlâken, amelen ve fiilen hakim olup yerleşmesi ve insanoğlunun, imani, itikâdi, ibâdi, ilmî, irfâni, hukuki, iktisâdi-mali, ticari, sınai, ziraî, ahlaki, siyasi, idari ve askeri yani; dünyevi ve uhrevi, maddi ve manevi hayatının tümünde, tüm boyutlarıyla mutlak eğitici, öğretici, boyun eğdirici, şekillendirici, yön verici ve yönlendirici olması ve (azıcık-zerrecik de olsa) her türlü iştirak ve müdahaleden mutlak plânda ari ve beri bulunması gerekmektedir. Ki, bu da; tüm beşeri, tağutî ve şeytani düşünce, düzen ve dinlerin ve bunları oluşturan, geliştiren, barındıran, besleyen bütün güç ve kaynakların yok olmasını ve köklerinin kurutulmasını gerekli kılmaktadır.
İşte; bu mezkûr ilahi, imani ve tevhidi misyonu üstlenmiş bulunan yiğit muvahhit ve mücahidler, Kur’an-ı Kerim’de, Yüce Rabbimiz (cc) tarafından ‘Hizbullah’ diye tavsif ve tesmiye edilmiş bulunmaktadır. Hizbullah’ın ulvî ve kutsi vasfı ve misyonu olan kıyam, cihad, şehadet gibi konuları, daha sonraki derslerimizde söz konusu etmeye, böylece; gerçek tevhidin vesâili ve tezahürü olan diğer boyutlarının da anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışacağız, İnşallah.
Ve’s-selâmü Aleyküm ve Rahmetullah
[1] Kıyame: 5
[2] Taha: 88, 95-96
[3] Furkan: 43
[4] Casiye: 23
[5] Bakara: 258
[6] Enbiya: 66-69, yaklaşık olarak Ankebut: 24-25
[7] Kasas: 4, yaklaşık olarak Bakara:49, Araf:127, İbrahim:6, Mü’min (Ğafir):25
[8] Mü’min (Ğafir): 26-27, 29
[9] Şuara: 29
[10] Şuara: 34-35
[11] Aynı anlamda bakınız, Araf: 110, 123; Taha: 57
[12] Zuhruf: 51-52
[13] Bakınız, Kasas: 76-82, Ankebut: 39-41
[14] Kasas: 38
[15] Naziat: 24
[16] Araf: 120-125; yaklaşık; Taha: 70-73, Şuara: 46-51
[17] Rahman: 15, yaklaşık; Araf: 12, Hicr: 27, Sad: 76
[18] Kehf: 50
[19] Bakara: 30
[20] Bakınız, Bakara: 34, Araf: 11, Hicr: 29-31, Kehf: 50, Taha: 116, Sad: 73-74
[21] Ki; Kur’an-ı Kerim, pek çok ayet-i kerimelerle, konuyu nakledip beyan etmiş bulunmaktadır. Örneğin; Bakara/34-39, 268, Araf/11-27, 175-177, 200-202; Nisa/38, 118-120, Maide/90-91, Enam/43, Yusuf/5, 100, Hicr/28,43, Nahl/63, İsra/27,53, Kehf/50-52, Taha/116-123, Hacc/51-53, Nur/21, Neml/24, Ankebut/38, Sad/71-85 İlaahir…
[22] Maide: 27-31
[23] Bakara: 41-42, 159, 174-176; Al-i İmran: 71-72, 77-78, 187-188; Tevbe: 9-10
[24] Nisa: 79; Yusuf: 53; Taha: 96; Zümer: 56
[25] Kıyame: 5
[26] Bakara: 246; Nisa: 77-78; Maide: 21-26, 52-53; Ahzab: 19; Muhammed: 20; Haşr: 11-14
[27] Al-i İmran: 14, 196-197; Tevbe: 24,34,55; Kehf: 32-46; Taha: 131; Şura: 35-36; Yunus: 88; Meryem: 73-75; Hicr: 88; Ahkaf: 20; Hadid: 20, 23-24 vb.
[28] Bakara: 37; Maide: 49,70, 76-77; En’am: 55-56, 71, 119-120; Araf: 175-176; Rad: 37; Kehf: 28; Taha: 16; Furkan: 43; Kasas: 50; Rum: 29; Şura: 14-17; Casiye: 23 vb.
[29] Enfal: 48; Taha: 120; Ankebut: 38-39; Hac: 3-4, 8-13, 52-53; İsra: 11, 16-18; Mü’minun: 97-98; Şuara: 92-105; Kasas: 63-66; Sebe: 31-34; Fussilet: 25, 29; Saffat: 25-33; Sad: 56-64; Kaf: 16, 21-28; Cin: 4-6; Haşr: 16; Felak: 1-5; Nas: 1-6 vb.
[30] Bakara: 213; Al-i İmran: 105; En’am: 159; Mü’minun: 53-56; Rum: 32-35; Fatır: 4-6; Sad: 11-15; Mü’min (Ğafir: 4-6; Zuhruf: 65-66; Yunus: 17-19; Nahl: 92-93; Hicr: 90-91; Şura: 14-17; Enbiya: 93; Casiye: 17 vb.
[31] Ahzab: 72; İbrahim: 34; Hac: 66; Şura: 48; Zuhruf: 15; Haşr: 16; Abese: 17; İsra: 11; Enbiya: 37; Kehf: 54; Nisa: 28 vb.
[32] Bakara: 6-12, 16-20; A’raf: 177, 179, 198; Enfal: 22, 37, 55; Hac: 46; Furkan: 43-44; Ahkaf: 26-28 vb.
[33] Nisa: 76, 119; Al-i İmran: 175; İsra: 27; A’raf: 27, 30; En’am: 121
[34] Maide: 90; En’am: 74; Araf: 138-140; Yusuf: 40; İbrahim: 35-36; Meryem: 42-45; Enbiya: 52-67; Hac: 30; Şuara: 70-77; Ankebut: 17-25; Saffat: 124-126; Necm: 19-24 vb.
[35] Bakara: 170-171; Maide: 103-104; Araf: 28, 70-72, 95, 173; Yunus: 78; Hud: 62, 87, 109; Yusuf: 40; İbrahim: 9-10; Enbiya: 53-58; Muminun: 63-68; Şuara: 74-76; Neml: 67-68; Lokman: 21; Kasas: 36; Sebe: 43-45; Saffat: 68-71; Zuhruf: 22-26; Necm: 23
[36] Mücadele: 19
[37] Bakara: 256-257; Nisa: 51,60,76; Maide: 60; Nahl: 36; Zümer: 17
[38] Taha: 24,43; Sad: 55; Kalem: 31; Naziat: 17,37; Alak: 6-7
[39] Saffat: 27-32; Zariyat: 52-53; Tur: 31-33; Necm: 50-54; Şems: 11-12; Fecr: 6-12
[40] Maide: 64,68 yaklaşık; Tevbe: 124-127; Al-i İmran: 72-73, 177-179; İsra: 60-82; Fatır: 39; Nuh: 5-7
[41] Bakara: 11,205
[42] Bakara: 15-16, 84-86; Al-i İmran: 179; En’am: 110; Araf: 182-183,186; Yunus: 11; Muminun: 74-77 vb.’lerine telmih ve işareten
[43] İbrahim: 26
[44] İsra: 60
[45] Saffat: 62-65; Duhan: 43-46; Vakıa: 51-56
[46] Bakara: 120; yaklaşık 106,135
[47] Bakara: 217
[48] Al-i İmran: 28
[49] Al-i İmran: 100; yaklaşık 118-120, 149-150
[50] Nisa: 139; yaklaşık 140, 144
[51] Maide: 51-52
[52] Maide: 80-82
[53] Bakara: 8-12, 14
[54] Nisa: 144-145
[55] Münafıkun: 4; yaklaşık; Bakara: 13, 15-20, 76, 204-206, 246, 249; Al-i İmran: 118-120, 141-145, 149-151, 167-168, 175-179; Nisa: 60-63, 77-78, 81, 88-89, 107-109, 115-121, 137-139, 141-143; Maide: 22,24,52-53, 61-62; Tevbe: 8-10, 23-24, 44-56, 62, 65, 73-78, 80-87, 93-98, 101, 107, 125-127; Muhammed: 22-32, 37-38; Fetih: 11-13; Hadid: 13-15,24; Haşr: 11-16; Mutaffifin: 29-36
[56] Bakara: 256-257
[57] Nisa: 51-52
[58] Nisa: 60-61
[59] Maide: 60-62
[60] Nahl: 36
[61] Zümer: 16-18
[62] A’raf: 190-198; Tevbe: 30-31; Yunus: 17-18; Yusuf: 108; Nahl: 1-3,54; Enbiya: 21-23; Mü’minun: 91-92; Kasas: 68; Neml: 59-63; İsra: 43; En’am: 100-101; Rum: 35-40; Zümer: 67; Saffat: 159,180; Tur: 42-43; Zuhruf: 81-86; Haşr: 23
[63] Maide: 48-49, 77; En’am: 56,150; Bakara: 120,145; Rad: 37; Kehf: 28; Casiye: 18,23; Şura: 15; A’raf: 3
[64] Bakara: 75,105,109,212-213; Al-i İmran: 98-100, 118-120, 149-151; Nisa: 36, 107-109, 139, 144; Maide: 50-57, 61-62, 80-81; En’am: 14-16, 106-117; Tevbe: 3, 16-17, 31; Yunus: 104-109; Hud: 42, 47; Hicr: 94-99; Kasas: 86-88; Rum: 31-35; Ahzab: 1-3, 48; Mümtehine: 1-5, 12-13
[65] Bakara: 15-16, 27-28, 80, 86, 121, 165-167, 175-176; Al-i İmran: 85-91; Nisa: 119-121; Maide: 5, 52-53; En’am: 11-12, 20-32; A’raf: 3-5, 9, 53, 91-93, 149; Enfal: 36-37; Tevbe: 66-70 ; Yunus: 39, 42-45, 50-54; Hud: 18-22; Nahl: 104-109; Kehf: 42-43; Mü’minun: 103-117; Furkan: 11-14, 27-29, 52, 55; Ankebut: 52-55; Rum: 10-13, 16; Zümer: 15-17, 54-56, 58-60, 63-66; Saffat: 19-39; Mü’min (Ğafir): 5-6, 10-12; Fussilet: 15-29; Hac: 11-13, 19-22; Şuara: 44-46; Ahkaf: 18-20 vb.
[66] Yüzlerce ayetten örnek alarak bakınız; Fatiha: 5; Bakara: 21, 83-86, 130-133, 147, 159-163, 170-172, 193, 254-255; Al-i İmran: 2-6, 18-20, 51-52, 65-68, 73, 83-85, 100-107, 193; Nisa: 80-87, 125,170-175; Maide: 3, 7-9, 28, 40-50, 70-73, 76, 116-117; En’am: 18-19, 45-49, 54-56, 101-106, 159-165; A’raf: 2-3, 29-30, 51-55, 65, 71-73, 85, 172-178; Tevbe: 30-33 , 70-72, 109-111, 129; Yunus: 3-6, 9-10, 22-26, 37-39, 104-109, 172-178; Tevbe: 30-33, 70-72, 109-111, 129; Yunus: 3-6, 9-10, 22-26, 37-39, 104-109, ; Hud: 1-4, 13-24, 50-61, 84-95,91; Ra’d: 1-2, 18-25, 28-37; Yusuf: 40; İbrahim: 7-12, 19, 52; Hicr: 1-2, 9, 85-88, 94-99; Nahl: 1-4, 17-32, 36, 44-53, 70-78; İsra: 22, 38-39, 80-82, 87-89, 97, 105-106, 110-111; Kehf: 14, 27-30, 107-110; Meryem: 36, 48-49, 93; Taha: 2-8, 14, 70, 98, 111-114; Enbiya: 18-25, 56, 66, 92-94, 106-108; Hac: 34-35, 77-78; Mü’minun: 23, 32, 52, 91, 116-118; Nur: 51-52, 54-56, 64; Şuara: 26-28, 46-48, 75-90, 108-110, 159-164; Neml: 26, 44, 60-65, 75-81, 91-93; Kasas: 68-70, 82-88; Ankebut: 16-22, 36-45, 56-60; Rum: 30-31, 42-45; Lokman: 30-33; Şura: 13, 15-17, 36-39, 47; Zümer: 1-4, 6, 9-20, 61-68, 73-75; Mü’min (Ğafir): 2-4, 14-16, 60-68; Yasin: 22-27, 60-61; Fussilet: 2-9, 14, 37-38; Sad: 65-66; Casiye: 17-23, 35-37; Zuhruf: 26-28, 63-64, 84-89; Duhan: 2-8, 38-39; Ahkaf: 2-6, 13-14, 21-25; Fetih: 28; Zariyat: 51-56; Rahman: 1-9, 17-18, 78; Mümtehine: 4-6; Saf: 7-13; Beyyine: 5-8; Kureyş: 3; Kafirun: 1-6, İlaahir…
[67] Bakara: 21
[68] Bakara: 163
[69] Bakara: 255; Al-i İmran: 2
[70] Al-i İmran: 18
[71] Zümer: 4; Yusuf: 39; Ra’d: 16; ibrahim: 48; Mü’min (Ğafir): 16
[72] Zariyat: 56
[73] Enbiya: 108
[74] Kehf: 110
[75] Hac: 34
[76] Ankebut: 46
[77] Taha: 14
[78] Enbiya: 25
[79] Kasas: 70
[80] Kasas: 88
[81] Rad: 30
[82] Rad: 36
[83] Fatiha: 2-7
[84] Bakınız ; Mülk: 1; yaklaşık; Al-i İmran: 26 , 189; Zümer: 6; Şuara: 49; Hadid: 2; ilh…
[85] Ayrı ayrı boyutlarıyla, bakınız; Bakara: 155; Maide: 48; En’am: 165; Hud: 7; Al-i İmran: 186; Kehf: 7; Muhammed: 4, 31; Mümtehine: 1)
[86] Hac: 6,62; Nur: 25; Lokman: 30; Mü’minun : 116; Taha: 114; Yunus: 32, ilh…
[87] Bakınız; Al-i İmran: 191; Sad: 27 vb.
[88] Bakınız; Yunus: 5; Ankebut: 44; Rum: 8; Zümer: 5 ; Duhan: 39; Casiye : 22; Zariyat: 23; Teğabun: 3 vb.
[89] Bakınız; Mülk: 3-4
[90] Enam: 102; Hicr: 86; Mu’minun: 14; Mu’min (Ğafir): 62; Yasin: 81; Saffat: 125-126; Haşr: 24, ilh…
[91] Bakınız; İsra: 70; Tin: 4; Rum: 30
[92] Örnek olarak; Bakara: 97, 119, 159, 185, 213, 252; Al-i İmran: 3, 19, 60, 83, 85, 138; Maide: 3,44-48; Tevbe: 29, 33, 36; Yunus: 22, 57, 105; Yusuf: 40; Neml: 1-2; Rum: 30, 43; Nisa: 105; Enam: 57, 62, 91, 114; Fatır: 24, 31; Fetih: 28; Saf: 9; ilh…
[93] Araf: 29; Yunus: 22; Ankebut: 65; Lokman: 32; Zümer: 1-3, 10-14; Nisa: 146; Mümin (Ğafir): 14, 65; Beyyine: 5 vb.
[94] Enbiya: 22; yaklaşık; İsra: 42; Muminun: 71
[95] Bakara: 251; yaklaşık; Enam: 53; Hac: 39-40
[96] Nisa: 75-76
[97] Bakara: 193; Enfal: 39
[98] Bakınız; Tevbe: 32-33; Fetih: 28; Saf: 8-9
[99] Bakınız; Al-i İmran: 141; Enfal: 8; Rad: 17; İsra: 81; Enbiya: 18; Ankebut: 52; Sebe :48-49; Şurâ: 24 vb.
[100] Bu fikrî, kalbî, aklî, kavli ve fiili nefy-ü reddi gerçekleştirme ameliyelerine ise; İslami literatürde, ‘çok yönlü cihad’ denmekte olduğu, ma’lum-u cihandır.