‘La ilahe İllallah’ kelime-i tayyibesinin ifade ve ihtiva ettiği gerçek tevhid yani, Allah-u Teâla’nın (c.c) zat, sıfat, esma ve ef’al-i sübhaniyesi cihetiyle tüm boyutları ve tecellileriyle birlenmesi; önce nefy, müteakiben de (hemen birlikte) isbat merhaleleriyle tahakkuk eder. Ki, bu da âlem-i ğayb ve şehadetin, arz ve semavatın ve tüm mükevvenatın, mevcudatın mutlak, tek ve yegane Hâlıkı, Fâtırı, Câ’ili, Râzıkı, Müdebbiri, Musavviri, Mürebbisi, Rahman’ur-Rahim, Vacib’ul-Vucud, Hayy’ul-Kayyum, Kadir-i Mutlak, Alim’ul Hakim ve Vahid’ul-Ehad olan Allah-u Teâlâ’nın akıl ve irade sahibi olan varlıklarca, özellikle de insanoğlunca; her hususta ve tüm boyutlarıyla her türlü (cüz’i, külli, kısmi,umumi…) şirk, ortaklık, eksiklik, acziyet ve zaafiyet gibi müstağni bulunduğu nakisadan nezih-beri ve yüce olduğunun kalben tasdik, lisanen ikrar ve amelen-fiilen izhar edilmesini ve tek, mutlak Ma’bud, tek, yegane Rab, benzersiz, eşsiz ve bir tek ilah olarak, bütün emir ve yasaklarının, yani ilahi hüküm ve kanunlarının insanlık hayatının katıksız, kayıtsız ve şartsız temel ve mutlak prensipleri olduğunun kabul, tasdik ve ilan ile birlikte, bil-fiil uygulanmasını gerekli kılmaktadır.
Daha önceleri de bahis konusu ettiğimiz, ancak teğet geçtiğimiz gerçek tevhidin bu nefy ve isbat boyutlarını, ayrı ayrı başlıklar altında (kısa da olsa) ele alıp tahlil etmemiz daha faydalı olacaktır, İnşallah.
- GERÇEK TEVHİD’İN NEFY MERHALESİ
Her akl-ı selim sahibi kişi, hatta cinni ve insi şeytanlar dahi, başta kendi nefisleri, varlıkları olarak, görünen ve görünmeyen tüm kâinatı ve bütün yaratıkları Allah-u Teâlâ’nın (c.c.) yaratmış olduğunu; ay ile dünyayı, güneş ile yıldızları, gece ile gündüzleri, toprak ile suyu ve mevsimleri, rüzgâr ile bulutları, sebze, meyve, ağaç, bitki ve hayvanları hülasa; hayat için lazım ve gerekli olan her şeyi, asılları ve fürularıyla beraber yaratıp döndürdüğünü ve sevk-u idare ettiğini ve bizlerin hizmetine, istifadesine sunduğunu ve böylece; başta insan olarak, tüm varlıkların hayatlarını koruma ve sürdürme imkânına kavuşmuş olduğunu yakinen bilir. (Yüzlerce ayet-i kerime ile konuya dikkat çeken Kur’an-ı Kerim: ” Allah’tan başka dua edilen, tapılan bütün batıl ilahların, putların ve tağutların hepsi bir araya gelseler dahi, aciz-cılız bir tek sineği dahi yaratamayacak………., hatta o sineğin kendilerinden kaptığı bir şeyi, örneğin emdiği bir damla kanı bile ondan geri alamayacak kadar aciz ve zelil olduklarına gayet veciz ve beliğ bir tarzda dikkat çekmektedir.[1] Ki, böylece Ubudiyet , Rububiyet ve Uluhiyet-i mutlaka-i Sübhaniyye’nin hayat-ı insaniye üzerine akseden, yansıyan ilahi tecelliyatı ve taallukatı tüm ihtişamı ve bütün boyutlarıyla tezahür etmiş olmakta; bu güneşten daha açık ve parlak olan hak ve hakikate rağmen, şirk, küfür, zulüm ve tuğyan içerisinde yuvarlanmaya (inatla) devam edenler ise; dünyevi ve uhrevi, maddi ve manevi butlan ve hüsran içerisinde esfel’is-safiline doğru yol alıp gitmektedir.
Evet; malum ki insanı, tüm hayatı ve kâinatı Allah-u Teâlâ (c.c.) yaratmıştır ve her türlü ihtiyaçlarını da O (c.c.) karşılamaktadır. Elbette, kendi mülkü ve memlukü olan o varlıklara tasarruf etme, yani onları idare edecek kanun, hüküm ve nizamnameler koyma ve bunlara uymalarını isteme hakkı ve yetkisi de ona (Allah-u Teâlâ’ya) ait olacak; aksine bir yol izleyenler ise, şirk, küfür, zulüm ve tuğyan içerisinde birer asi ve baği durumuna düşmüş olacaklardır.
O halde; Hâlık-u külli şey, Hayy’ul-Kayyum, Vacib’ul-Vücud, Vahid’ül-Ehad olan Allah-u Teâlâ’nın mutlak Mabud, yegâne-tek Rab ve bir tek, eşsiz ilah olma vakıasına, hakkına ve mutlak hükümranlığına herhangi bir tarzda, şekilde (azıcık da olsa) iştirak, ortaklık veya müdahalede bulunmak, yani şirk koşmak, kâinatı ğayze getirecek derecede bir vahşet, cinayet, zulüm ve tecavüz olduğundan, olacağından (ki; Kur’an-ı Kerim: ‘Muhakkak ki şirk, bir zulm-ü azimdir.’[2] ayetiyle konuya dikkat çekmektedir. Ondan (küfür ve şirkten) kaçınmanın ve insanları da (fert ve toplum olarak) tüm boyutlarıyla ondan kaçındırmanın ne kadar önemli akli, imani ve insani bir görev ve vecibe olduğu, böylece tebellür etmiş bulunmaktadır.
İşte; Ubudiyyet, Rububiyyet ve Uluhiyyet-i Mutlaka’nın taallukatı cümlesinden olan, gerçek tevhidin nefy merhalesi diye nitelendirilen ve Kelime-i Tevhid’in ‘Lailahe’ şiarıyla ifade edilen, mezkûr şirkin nefy ve reddi şıkkını ve hususunu (ana hatlarıyla ve genel boyutlarıyla) birkaç maddede özetleyebiliriz:
A-) ŞİRKİN KALBEN NEFYEDİLMESİ
Bu nefy vechinin de şu kategorilerde tasnif edilmesi, konunun daha net ve daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağlamış olacaktır:
a-)Allah-u Teâlâ’ya has ve ait olan Ubudiyyet (kulluk ettirme, kul edinme) sıfatını alma, kullanma veya kendinde de kısmen de olsa izafe etme cüreti içerisinde bulunan herhangi bir güç, şahıs, devlet, kurum ve kuruluşu ve onların bu yolda (insanları kul edinme, kendilerine ve emirlerine boyun eğdirme, itaat ettirme yolunda) her türlü varlıklarını, görüş ve fiillerini büyük bir kin, nefret ve ğayz ile reddetmek, kalbin en küçük köşesinde bu habis tağuti, şeytani teşahhus, tezahür, temessül ve tahayyüllere geçici ve cüzi de olsa asla yer vermemek ve onları en büyük düşman bilmek ve kalbe böylece silinmeyecek şekilde kazıyıp yerleştirmek.
b-) Rububiyet’in şümulü ve muhtevası içerisinde olan, her türlü ruhi, kalbi, akli ve fıtri talim ve terbiye, ahlak, kültür, hayat görüşü ve felsefesi konusunda, Allah-u Teâlâ’nın ve O’nun (c.c.) öğretilerinin dışında kalanların tümünü kalben nefy ve reddetmek, onlara ve onların vazıh durumunda olan şahıs, güç ve kurumlardan tamamen beri bulunmak; tecelligâh-ı ilahi olan nazenin kalbi, bu tür görüşlerden ve kültürlerden arındırmak. Böylece; şirkten ve şirki doğuracak olan amillerden kalbin, dolayısıyla bütün bedenin ve ruhun korunmasını sağlamış olmak.
c-) Hükümranlığın yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’ya (c.c.) ait olduğu[3] vakıası ve hakikati nokta-i nazarından hareketle; ‘Allah-u Teâlâ’nın hüküm ve kanunlarına zıt olarak bir kimsenin, güç ve kurumun koyduğu ve koyacağı herhangi bir kanun, nizam, kaide ve hükmünü’ asla kabul ve tasdik etmeme; tam aksine, bütünüyle nefretle red ve nefy etme ve o tür kanun ve hükümlerin şirk ve küfür, onları vaz’ edenlerin tağut-tevağit ve onları benimseyenlerin, reddetmeyenlerin de, müşrik ve kâfir oldukları inancını taşımak ve bu inancı vücudun tüm hücrelerine nakşetmek.
d-) Allah-u Teâlâ’nın (c.c) ve yüce Din-i İslam’ın düşmanları durumunda olan kafir, müşrik ve münafıkları:
- Veli, yönetici, sırdaş ve dost edinmemek, bu konularda şiddetli bir kalbi nefy ve red içerisinde bulunmak. Zira ‘Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, (ona) Allah’tan hiçbir şey (rahmet, nusret, mağfiret ve hidayet ) yoktur.’[4], ‘Ey iman edenler! Kendinizden (mümin) olmayan(lar)ı, sırdaş edinmeyin. Onlar, size kötülük ve zarar vermekte asla kusur etmezler. Buğz (ve düşmanlıkların bir kısmı) ağızlarından dışa vurmuştur. Sinelerinin gizli tuttukları ise daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık, belki akıl erdirirsiniz.’[5], ‘Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veliler, idareci ve yöneticiler edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridirler. İçinizden her kim ki onları veli-dost edinirse, o da onlardan (kâfir, müşrik, münafık, Yahudi ve Hristiyanlardan) dır. Allah; (kâfirleri ve müşrikleri dost ve veli edinmekle) zalim olanları, asla hidayete eriştirmez. Onun için, kalplerinde maraz olanları, onlarla (kâfirlerle) dostluk yarışında bulunduklarını görürsün.’[6]; ‘Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve (sair) kâfirleri veliler edinmeyiniz. Ve eğer, gerçekten iman ediyorsanız, yalnız Allah’tan korkup sakının.[7]; ‘Eğer (onlar) Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (kâfirleri, müşrikleri ve münafıkları) asla veliler (dost ve yöneticiler) edinmezlerdi. Ve lakin onların çoğu fasıklardır.[8] gibi pek çok ayet-i kerime, bunu (yani kafir ve müşrikleri dost ve veli edinmenin) şirk ve küfür olduğunu, hatta ‘onlara azıcık kalbi meylin dahi cehennemi intaç edeceğini’[9]; binaenaleyh ‘kafir ve müşriklerden teberra etmenin, uzaklaşmanın imani bir vecibe ve gereklilik olduğunu’[10] beyan ve ifade etmektedir.
- Kâfir, müşrik ve münafıklara ve onların habis düşünce, görüş ve fillerine ve düzenlerine karşı, zerre kadar sevgi beslememek. Ve şirk ve küfür olan böyle bir durumun, hayal ve tasavvurun, kalpte yer edinmesine, hatta gelip geçmesine dahi müsaade etmemek. Bu konu hususunda, kalbin her an zinde, canlı, müteyakkız bulunmasını, hatta nefyin, taarruz haline, alarm durumuna geçmesini sağlamak. Akrabalık, vatancılık ve hümanistlik gibi gaflet, cehalet ve duygusallıktan tamamen arınmak. Ve ‘Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi (kişi ve topluluğu) bulamazsın ki, onlar Allah’a ve Resulüne (ve onların hükümlerine) hadd (sınır) koyan (ve böylece, başkaldırmış bulunan) kimselerle bir sevgi (mevedded ve muhabbet) bağı kurmuş olsunlar; ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsalar dahi’[11] ayet-i kerimelerinin ilahi uyarısını, kalbin en derin yerine kazıyıp nakşetmek.
- Kâfir-müşrik kişi, güç ve düzenlerden asla korkmamak. Kâfirlerden korkmanın şirk ve küfür olduğunu idrak ederek, kalbin hiçbir mahallinde ve hiçbir şekilde, bu tür havf, cebanet ve ürkekliğin yer edinmesine ve bir lahza dahi barınmasına imkân tanımamak. Bu konuda dahi nefy, red silahı ile mücehhez ve müteyakkız bulunmak. ‘…Eğer siz, gerçekten müminler iseniz, onlardan (evliya ‘üş-şeytan olan kâfir ve müşriklerden) korkmayın da, ancak benden korkun.’[12] Ancak; din, can, mal, nesil ve aklın korunması ve tedbir alınması ile sınırlı tutulması lazım gelen korku, endişe, çekingenlik meşru çizgisiyle, dinin ve sair hayati unsurların korunmasını sağlarken[13]; memnu ve gayr-i meşru olan korku ise, ‘dinin ve imanın yıkılmasını doğuracağını’[14] ve bu tür korkunun da ‘kâfirlerin ve münafıkların şen’i, huyu ve karakteri olduğunu’[15]
- Kâfir, müşrik kişilere ve düzenlere asla muvafakat-mutabaat, ittiba ve itaat içerisinde ve temayülünde bulunmamak ve bu hususta daima nefy ve infial durumunu korumak. Kafir, münafık, müşrik kişi ve düzenlere ve onların kanun, hüküm, görüş, kültür ve prensiplerine uymanın, tabi olmanın ve itaat etmenin şirk ve küfür olduğunu veya onları intaç edeceğini yakin-i kalb ile Kur ’ani bir uyarı olarak kavramak.[16]
- Şeytani ve tağuti güçlerin ve düzenlerin ifsadatı, idlalatı cümlesinde olan her türlü israf-tebzir, buhl-cimrilik, fahşa-şehevat-hevesat ve meta’ul ğurur olan hubb-u dünya gibi duygu, huy, ahlak ve temayüllerden kalbi arındırmak, bu gibi hususlarda dahi daima hal-i teyakkuzda bulunarak nefy-ü red durumunu hassasiyetle korumak. Zira bunların her biri (ayrı ayrı ve toplu olarak da), insanoğlunun hidayetten, hak yoldan yani gerçek tevhidi çizgiden sapmasına, giderek de şirk, küfür, nifak ve tuğyan bataklığına gark olmasına sebep olan menfi, yıkıcı ve öldürücü unsurlardır. Evet;
‘Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size fahşayı emrediyor’[17]; ‘Onlar, buhl edip cimrilikte bulunurlar, insanlara da buhlu (cimriliği) emreder (önerir)ler ve Allah’ın fazlından verdiğini gizli tutarlar. Biz, o kâfirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır.’[18]; ‘Muhakkak ki, saçıp savuranlar (mübezzirin), şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı (kâfirleşmiş olan bir) nankördür.’[19]; ’…Ve sakın şeytanın hatvelerine (izlerine ve telkinlerine) tabi olmayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır. Şüphesiz o, size ancak kötülüğü ve fahşayı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.’[20]
‘’Kendi hevasını ilah edineni gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacak (şirkten koruyacak) sın?[21]; ‘…Eğer sana gelen bunca ilimden sonra, onların (kâfirlerin-müşriklerin) heva (istek, arzu ve tutku) larına tabi olacak olursan, senin için Allah’tan ne bir veli (dost ve sahip) vardır, ne de (şirkten arındırıp hidayete ulaştıracak) bir yardımcı vardır.’[22]; ‘…Allah’tan bir hidayet (hüda, kılavuz) olmaksızın, kendi hevasına uyan kimseden daha sapık kim vardır? Şüphesiz Allah (şirke saparak) zulmetmekte olan (zalim) bir kavme hidayet vermez.’[23]; ‘Şu halde, sen bundan dolayı (insanları hakka ve gerçek tevhide) davet et! Ve emrolunduğun gibi istikamet üzere bulun! Onların heva (ve hevesatlarına) uyma.’[24]
‘Kadınlara ve oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüş (ler)e ve salma atlara, hayvanlara ve ekinlere yönelik hubb’uş-şehevat (iştah ve istekler sevgisi) insanlar için süslendirilip çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Hüsn’ül-meab (varılacak yerin sonuç güzelliği) ise, Allah’ın yanındadır.’[25]; ilh… ayet-i kerimeleri, gerçek tevhidin nefy merhalesinin bu vecih ve boyutunun ne kadar önemli olduğunu, işte böylece vurgulamış bulunmaktadır.
Yeri gelmişken, içerisinde bulunduğumuz ve yaşamakta olduğumuz zamanımızda, hayat-ı beşeriyeyi ifsat ve idlâlın en müthişi ile tar-umar eden ve Resul-i Ekrem (s.a.v) in; ‘Adem (a.s) ın yaratılışından, kıyametin kopuşuna kadar geçen bütün zamanların en büyük fitnesi’ olarak tavsif ettiği Deccal’ın[26], bahis konusu fısk-u fücur yolları ve kanallarıyla tağuti rejimini inşa ve ihya ettiğine ve sürdürmeyi başardığına dikkat çeken merhum Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (r.a) Hazretlerinin, konuyla ilgili bir kısım ifade ve beyanlarını da buraya (kısaca) derç ettikten sonra, diğer konulara geçmiş olalım, İnşallah. Evet;
‘(İki Deccal’dan biri olan); Büyük Deccal, Hristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve Ye’cüc ve Me’cüc’e zemin hazır eder. Ve İslâm Deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediye’nin (s.a.v.) ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddî ve manevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.[27] Keza;
’…Rivayette var ki; ‘Bir zaman gelecek, ‘Allah Allah’ diyecek kalmayacak.’ Yani: “Allah…, Allah…, Allah… deyip zikreden tekkeler, zikirhâneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeâirde İsmullah yerine başka isim konulacak, (yani) Türkçe ezan ve kamet okunacak, demektir.’[28]; ‘ … Meşhur olmuş ki; İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul’da Dikili Taş’ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki: ‘O öldü!’ Yani pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyo ile bağırılacak, haber verilecek.[29] ; ’Rivayette var ki, ‘Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek.’ (Yani); Sefahat ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. İşte, ‘Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder.’ diye bu hadis ihtar ediyor. ‘İsraf eden ona esir olur, onun damına (tuzağına) düşer’ diye haber verir. İkinci Mesele: ‘Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfir’ yazılmış bulunur.’ Bunun bir tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu (şapkasını) koyup herkese de (cebren) giydirir’[30] Ve keza;
’Rivayette var ki: ‘Fitne-i âhirzaman, o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.’ ‘…Bunun bir tevili şudur ki; o fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler. Ve kadın (lar), kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlub olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder.[31]; ‘…Her iki Deccal, Yahudi’nin, İslâm ve Hıristiyan (dinleri) aleyhinde bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini (yardımını) ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir.’[32]
Ben bir manevi âlemde İslâm Deccalını gördüm ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avâm-ı Nâs, hakikat-i hali bilmediklerinden, harikulâde iktidar ve cesaret zanneder. Hem şanlı ve kahraman bir millet, mağlûbiyeti hengâmında, böyle istidraçlı ve kurnaz bir kumandanı bulunduğundan, gizli ve dehşetli olan mahiyetine bakmayarak, kahramanlık damarıyla (o zan ile) alkışlar, başına kor, seyyielerini örtmek ister’; ’… Rivayet işaret eder ki, onun sureti, hâkimiyeti zamanında çok şeylerde görüneceği gibi, kendisi Yahudiler içinde tevellüt edecek…’; ’…Bir rivayette, ‘İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek’ denilmiş. Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslamiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder. Gariptir, hem çok gariptir; yedi yüz sene müddetinde İslamiyet’in ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslamiyet’in bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.’[33] (Haşiye)
Ve; … ’… Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin!’[34] kabilinden mufassal hitap ve ifadeleriyle, İslam deccalı, süfyanı ve habis rejimini tevlid eden ve besleyen, ‘Materyalizm, Emperyalizm ve Siyonizm’in ve her türlü inkar, fısk-u fücur ve tuğyan fırtınalarının kaynağı ve beşiği durumunda bulunan ve büyük şeytan kavramının müradifi olan büyük deccal vasfının masadaki özelliğini taşıyan batının değişmez, yıkıcı yapısına dikkat çeken Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi (r.a) Hazretlerinden naklettiğimiz bu hakikatlerden sonra, diğer konuya yani; şirkin, aklen-fikren nefyedilmesi boyutuna geçebiliriz.
B-) ŞİRKİN AKLEN VE FİKREN NEFYEDİLMESİ
Allah-u Teâlâ’nın Ma’bud-u Hak, mutlak Rab ve tek İlah olduğunu akl-ı selimi ile (fıtratı ve yapısı gereği olarak) hemen kabul ve teslim edecek durumda bulunan insanoğlu, tevhidin nefy merhalesini (yani Lailahe’yi) genel hatları ile (özetle ve kısaca), şu vecih, cihet ve tasnifatla tahakkuk ettirme ve tevhidin bu şıkkını yerine getirme durumu ve misyonuyla karşı karşıya bulunmaktadır:
a.) Bütün kâinatın ve tüm varlıkların yaratıcısı olmayan, elbette mahlûkata tahakküm etmeye, insan gibi ulvi ve mükemmel bir varlığa egemen olmaya, kendine boyun eğdirmeye yani kul ve tebaa kılmaya asla tevessül edemez. Zira yaratıcı olan kim ise; Ma’bud-u Mutlak, gerçek Rab ve tek İlah da ancak O’dur, O olabilir. Başka bir varlığın (ki; hepsi de yaratılmış varlıklardır), böyle bir iddiaya kalkışması şeytani, tağiyane bir cinayetten ve rezilane bir maskaralıktan öte hiçbir anlam ifade etmeyeceği, edemeyeceği açıktır. Bunların nefy ve red etmek ise her akl-ı selimin gereğidir.
Evet; ’Göklerin ve yerin ve aralarında, içlerinde bulunan her şeyin tek ve mutlak Hâlık’ının Allah-u Teâlâ olduğu’[35] gerek nassen gerekse aklen, ilmen, fikren yakini bir şekilde bilinmektedir. Ki bunu, en azgın kâfirler ve müşrikler dahi ikrar etme durumu ile karşı karşıya bulunmaktadırlar: ’Andolsun ki onlara; ‘gökleri ve yeri kim yarattı ve güneş ile ayı kim emre (sizin istifadenize) amade kılıp musahhar kıldı’, diye soracak olursan; şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. O halde, nasıl oluyor da (Allah’tan ve din-i Hak’tan) çevriliyorlar?’[36]
Ve ‘müşrik insanların Allah’tan başka taptıkları, çağırdıkları, yalvarıp yakardıkları ve yardım bekledikleri bütün yaratıklar, yani tüm putlar, tağutlar ve şeytanlar bir araya gelip toplansalar, aciz ve küçücük bir sineği yaratamayacakları ve kendilerini onlara karşı sürekli olarak korumayacakları[37], ilahi ve akli bir hakikat olarak Kur’an-ı Kerim’de beyan ve ifade edilmekte, adeta meydan okunmakta ve Allah’a teslim olma mecburiyeti vurgulanmış olmaktadır. Evet, bir küçük sinek hatta bir zerre dahi bütün varlıklar ile ve kâinatın tamamıyla alakadar ve o ölçüde de birbirlerine bağımlıdır. Zira küçük bir sinek, bir çiçek, bir çekirdek ve bir damla su ve her yaratık; aya, güneşe, geceye-gündüze, mevsimlere, toprağa, bulutlara, oksijen gibi nice elementlere ve sayısız minerallere, vitaminlere, gıdalara ve bunların sürekli ve düzenli olmalarına ve göklerde ve yerde bulunan binlerce âlemlerin, varlıkların ücretsiz yardımlarına muhtaç bir durumda ve yapıdadır. Bunların tamamını yaratamayan elbette ve kesinkes bir sineği, bir çiçeği, bir çekirdeği, bir zerreciği dahi asla yaratamaz ve ebede kadar gerekli olan ihtiyaçlarını da keza sağlayamaz. O halde, bu durumda bulunan varlıklar, nasıl olurda Allah’a şirk koşabilir? Böle basit yaratıklar, nasıl olurda, kendilerini Ma’bud, Rab ve ilah yerine (haşa) koymaya, yani kendileri gibi olan varlıklara kanun, hüküm, prensip, kaide ve kural koymaya ve ilahi kanunları, hükümleri görmezlikten gelmeye veyahut inkar etmeye cüret edebilir? İşte; tağutlaşan, putlaşan ve şeytanlaşan bu tür varlıkların, insanların, kurum ve düzenlerin bütünüyle nefy ve reddedilmesi, akli ve fikri olarak tevhidin nefy merhalesinin gerçekleştirilmesi imani ve insani bir vecibe ve zaruret olarak tebellür etmektedir.
İnsanoğlunun keşf ve icat ettiği şeyler ise, sadece bir terkip ve bir izhar, inşa özelliğinde olup -haşa- bir yoktan var ediş ve yaratış değildir. Bu terkibin maddeleri, elementleri, genleri, mineraller ve taallukatı, değişim ve birleşim özellikleri, Allah- u Teâlâ (c.c) tarafından yaratılmış olduğu gibi, o terkibi, icadı, sanayii oluşturan insanın, (aklı, gözü, kulağı, ağzı, dili, kalbi, eli, ayağı ve ruhu ve sair cihazatı ve organlarıyla birlikte) bizzat kendisinde bütün fiilleriyle, özellikleriyle ve her türlü kabiliyetiyle yoktan var edip yaratan (yine) Allah-u Teâlâ (c.c) dır. Şahit olunan kat’i vakıayı ifade eden Kur’an- ı Kerim’den: ‘Hiç şüphesiz Allah; sizi de, yapmakta olduğunuz amelleri-işlerinizi de yaratandır.’[38]; ‘Allah, her şeyin (her varlığın ve her işin) yaratıcısıdır ve O, her şey üzerinde vekildir.’[39] gibi nice ayet-i kerimeler, bu hakikatı natık bulunmaktadır. Evet, Allah-u Teâla(CC), akıl-fikir, kalb-ruh-idrak-şuur gibi latif duyguları, varlıkları; ve yine, el, ayak, göz, kulak, beyin, kan gibi iç ve dış bir sürü organları ve sistemleri yaratmamış veya bilinen istidat ve fonksiyonlarla mücehhez kılmamış hele bunları insana monte etmemiş olsaydı, daha da önemlisi bizzat insanın kendisini mevcut özellikleriyle yaratmamış bulunsaydı, o zaman durum ne olurdu? Nankör, cahil ve zalim karakterli insanları azgınlaştıran, tağutlaştıran ve -hayasızca- Allah-u Teâlâ’ya (haşa) kafa tutacak kadar şeytanlaşmasına vesile olan beşeri icatlar, keşifler, bilimler, kültürler ve teknolojiler asla söz konusu olabilir miydi? Buna, hangi hayvanlaşmış ahmak kişi, ‘Evet’ diyebilir?
İşte; her türlü şirkin, aklen ve fikren nefy-ü red edilmesi, böylece bil-fiil tahakkuk edip gerçekleşmiş olmaktadır. Ki; bunun planlı, programlı, organizeli ve geniş kapsamlı olarak icra edilip tatbik sahasına konulmasının; şirkin, bu alanda dahi tamamen yıkılıp müşriklerin ve tağutların cehennemin esfel’is- safiline gönderilmesi için harekete geçilmesinin akli, imani ve İslami bir görev olduğu-olacağı, keza izahtan varestedir.
b.) Yaratılmış olan varlıkların tamamı Allah’ın kulu ve memuru durumundadır. Binaenaleyh; ‘başkalarını kul edinme ve Allah’tan başkasına kul olma’ hastalığından, herkes kendi nefsini, şahsını ve birlikte yaşadığı fert ve toplumları, yaratıkları akli, fikri, ilmi, delil, hüccet, burhan ve verilerle arındırmaya, bu hususta varit olan her türlü şirk ve küfür düşüncelerini, tezahürlerini nefy-ü red silahıyla yok etmeye çalışmalıdır. Zira kul olarak yaratılmış olanların, başkalarını kul edinmeye çalışması, yani; bizzat kendisinin veya kendisi gibi bir başka fani şahsın ve yaratığın beşeri görüş, fikir-düşünce, ahlak ve kültürlerini yürürlüğe koyması ve kişileri onlara çağırması gayr-i meşru ve gayr-i ahlaki olduğu gibi, kendisinin de kendisine veya başkalarına kul olması, yani beşeri görüşlerin ve kültürlerin zebunu olması da keza gayr-i akli ve gayr-i insani olduğu açıktır. Kişi ve toplumlar, ancak ve ancak Allah’a kul olmak ve başka kullukları, yani kullara kullukları red ve nefy etmek ile gerçek özgür insan olmuş olur. Ki bu da ilahi hükümlerin ve kültürlerin dışında kalan tüm beşeri hüküm, görüş, kültür ve sistemlerin tamamen red edilmesi ve onlara asla hayat hakkı tanınmaması ile tahakkuk eder.
Evet; yaratılmış varlıkların en mükerremi[40] olan; ahsen-i takvim olarak yaratılan[41] ve yeryüzünün halifesi kılınmış[42] bulunan insanın ilk başlangıcında (maddi-beşeri cephesiyle) topraktan (turabdan)[43], çamurdan (tin yani sulandırılmış topraktan)[44]; cıvık-yapışkan bir çamurdan (tin-i lazib)[45]; Hem de süzme çamurdan, çamurun özünden (min sülaletin min tin)[46]; kurutulmuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan (min salsalin/min hamein mesnun)[47]; ve ateşte pişmiş gibi bir çamurdan (min salsalin kel fehhar)[48] bir nefs-i vahide (ilk insan-Hz. Âdem) olarak ve ondanda zevcinin (eşinin) yaratılmış ve böylece tek nefisten, tek kişiden ve onun zürriyetinden üreyerek (erkek ve kadınlar şeklinde) yeryüzüne dağılıp yayılan ve çok şeylere muhtaç durumda bulunan bir nesil ve varlık olduğu[49] bilinmekte; ‘Sizleri biz yarattık yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (zürriyet olarak) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı olanlar biz miyiz?’[50]; ‘İnsan bir baksın hangi şeyden yaratıldı? Dökülüp atılan bir sudan (ki o) bel kemiği ile göğüs kemiği arasından çıkmaktadır.’[51]; ‘Ve insanı bir (damla) sudan yaratıp onu nesep ve sihr (iyyet sahibi) kılan odur. Senin Rabbin Kadir’dir (her şeye muktedirdir)[52]; ‘Ki o yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamur (sulandırılmış toprak) dan başlayandır. Sonra onun neslini bir sülale (öz) den, basbayağı-hakir bir sudan yapmıştır. Sonrada, onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de sem ve basarlar ve gönüller var etti. (Buna rağmen) ne kadar da az şükrediyorsunuz.’[53]; ’Hiç şüphesiz biz insanı karmaşık bir nutfeden (min nutfet’in-emşac) yarattık. Onu ibtila edip denemekteyiz. Bundan dolayı da onu, işiten ve gören yaptık. Biz ona (hakka giden) yolu gösterdik. (Artık o) ya şükredici olur, ya küfre sapan nankör.’[54]; Ve keza;
’Ey insanlar! Eğer (şeytani evhamdan dolayı) dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz (kendi yaratılışınıza baksanıza ki) muhakkak biz sizi topraktan yarattık, sonra bir nutfeden (bir damla sudan) sonra bir alaka (bir kan pıhtısın)dan, sonra yaratılış biçimi belli ve belirsiz bir mudğa (bir çiğnem et parçasın) dan (yarattık); size (kudretimizin azametini ve tecellilerini) göstermek için (yaratılışlarınızı bu tür aşamalardan geçirdik) ve dilediğimizi adı konulmuş, belirli bir süreye kadar rahimlerde kararlaştırıp yerleştiriyoruz. Sonra sizi bir bebek olarak (yeryüzüne) çıkarıyoruz. Sonra da sizi dayanıklı, delikanlı çağına ulaşıp erişmeniz için (büyütüyoruz), sizden kiminiz vefat ettiriliyor, kiminiz de önceki bilgisinden sonra hiç bir şey bilmemek (geçmişini unutmak) üzere, erzel’il-ömür (kuvvetten düşürülmüş, ömrün en aşağı ucuna gelmiş) haline çevriliyor. Bir de arzı, kupkuru ölü gibi görürsün; fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel, nazenin (behic) çiftten nebatlar, bitkiler bitirir (ve böylece insan ile muhtaç olduğu ürünler, kudret-i ilahi’nin mucizevi eliyle yaratılmış olur).’[55]
‘Andolsun, biz insanı, süzme bir çamurdan (min sülaletin min tin) yarattık. Sonra onu bir nutfe (su damlası) olarak savunması sağlam bir karar yerinde (fi kararin mekin), (yani ana rahminde) yerleşik kıldık. Sonra o nutfeyi, bir alaka (bir kan pıhtısı) olarak yarattık; ardından o kan pıhtısını bir mudğa (bir çiğnem et parçası) olarak yarattık; onu müteakiben de o kemiklere de et giydirdik; daha sonra bir başka (ruhi, kalbi, akli ve manevi) yaratışla onu inşa ettik. Ehsen’ul-Hâlikin (yaratıcıların tek, mutlak ve en güzeli) olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir. (Tüm tebcil ve tebrikler Allah’ın yaratıcılığınadır). Sonra muhakkak siz bunun ardından öleceksiniz. Ondan sonra hiç şüphesiz siz kıyamet günü (yeniden) diriltileceksiniz.’[56] gibi pek çok ayeti kerimeler ile, yaratılış aşamaları ve seyir çizgisi anlatılarak, ne kadar aciz, güçsüz, zayıf ve muhtaç bir varlık, yaratık olduğunu Allah-u Teâlâ’nın da ne kadar bir kuvvet, kudret, sanat, samed, hikmet, rahmet, ilim ve yücelik sahibi bir Vacib’ul-Vücud, Vahid’ul-Ehad ve Hayy’ül-Kayyum bir Hâlık-ı Zül’Cemal Ve’l-Kemal olduğuna dikkat çekilmektedir.
Bu ilahi, Kur’ani, kevni, akli, kat’i, riyazi, fiili, canlı ve müşahhas hakikate ve vakıaya rağmen, insanoğlunun Hak’tan sapmaya meyyal olduğuna, yer yer ve zaman zaman da saptığına, kendi nefsini veya bir başka yaratığı Ma’bud, Mevla, Rab, Malik, İlah veya Hakim ittihaz edecek ve Cenab-ı Hakk’a -haşa- kafa tutacak kadar bir dalalet ve vahşet girdabına gark olduğuna şahit olmaktayız.
‘(Allah) Gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, şirk koştukları şeylerden çok yücedir. İnsanı bir nutfeden (dışarı atılan bir damla sudan, meniden) yarattı. Buna rağmen o apaçık bir hasım (düşman) dır.’[57]; ’İnsan, bizim kendisini (basit-bayağı) bir nutfeden yarattığımızı görmüyor mu? (Ki) Şimdi o (kalkmış da) apaçık bir hasım (düşman) kesilivermiştir.’[58] ayetleriyle, Allah-u Teâlâ’ya (c.c) ve din-i Hakk’a karşı hasımane ve mel’unane tavır ve fiiline dikkat çekilen, sonsuz derecede zayıf durumda bulunan[59], Hak’tan çıkıp, batılda yok olmakta da çok aceleci[60] ve çok cedelci-tartışmacı[61] bir pozisyon sergileyen insanın; çok zalim, çok cahil, çok kafir, çok nankör, çok fasık-faci, tuğyankar ve hüsran içerisinde[62] bedbaht bir yaratık olduğu, bundan dolayı da; hayvandan daha sapık, daha aşağı, kör, sağır, dilsiz[63] ve alçaklığın en alçağı[64] durumunda ve pozisyonunda bulunduğu alenen ve açıkça ifade edilip bildirilmektedir.
İşte; insani şuurdan mahrum bulunan[65] ilim, irfan, bilgi ve kültürden hissesi bulunmayan[66], fıkh-u fikrden (ince kavrayış-anlayış-görüş ve düşünceden) uzak mı uzak[67], akıl ve idrak gibi ulvi-ilahi melekelerini tamamen kaybetmiş olan[68], kalbleri paslı (ran)[69], ğılıflı[70], zillet, cebanet korkusu (ru’b) ile dolu[71], eğri-büğrü ve kaymış (zeyğun)[72], kasvetli, taş gibi kupkuru ve kaskatı[73], küfür-şirk-nifak hastalığı ile mefluç (marazlı)[74], şirk-küfür ve nifak damgasıyla damgalı[75], kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin üzerlerine ebedi mühür vurulmuş[76] bulunan gayet habis ve necis[77] bir insanın böyle insan bozması varlıkların oluşturduğu güç ve toplumların, bütün cephe ve veçheleriyle redd-ü nefy edilmesi, akli, fikri, fıtri, tabii ve insani bir vecibe ve gereklilik olduğu-olacağı, izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Durumları ve gerçek yapıları bu derece zelil, sefil ve rezil olanların, başka insanları ve toplumları kendilerine kul-tebaa edinmek ve Allah’ın hükümleri dışında ve O’na zıt-aykırı görüş, düşünce, kanun, kaide, kültür, ahlak, prensip, emir ve yasaklar koymak ve başkalarına bunları benimsetmek ve uygulamaya çalışmak suretiyle, Allah-u Teâlâ’nın (c.c) Ubudiyet, Rububiyet ve Ulûhiyetine karşı tağutane bir tarzda başkaldırıp, kendilerini -haşa- Rab ile İlah mesabesine(?) getirmiş bulunmakla, ne kadar bir vahşet ve hamakat timsali oldukları, böylece daha net ve daha açık şekilde anlaşılmış olmaktadır.
Şu halde; hepsi de İslam dışı, ilahi vahiy zıddı ve beşeri dünya görüşü, hayat sistemi ve felsefesi durumunda ve konumunda olan ve ayrı ayrı boyutlu şirk, küfür ve tuğyanı ifade eden ve Sekülerizm, Laisizm, Demokrasi, Liberalizm, Kapitalizm, Marksizm, Kominizm, Sosyalizm, Realizm, İdealizm, Modernizm, Postmodernizm, Hümanizm, Faşizm, Şamanizm, Nihilizm, Budizm, Brahmanizm, Pozitivizm, Rasyonalizm, Totemizm, Fetişizm, Feminizm, Feodalizm diye adlandırılan batıl görüş, düşünce, sistem, ideoloji, din ve akımların ve bunların sentezleri durumunda olan mülhidliklerin ve dayandıkları tüm kişi, toplum, kurum, kuruluş, örgüt, teşkilat, güç, meclis, devlet, hükümet ve düzenlerin tamamen, baştan başa aklen ve fikren redd-ü nefy edilmesi; fert, aile ve toplum olarak bütün insanların bu şuur ve bilince ulaştırılması amacıyla ilmi, fikri ve kültürel çabalar içerisine azami ölçüde girilmesi, böylece kavli ve fiili nefy aşamalarına ulaşılabilmesi için zemin hazırlanması iktiza etmektedir. Ki, bu ameliye ile; tevhidin nefy merhalesinin bir şıkkı tahakkuk etmiş olacaktır. Vesselam.
c-) Cahil ve müşrik geçmişlerin miras bıraktığı örf, adet, batıl din ve ideoloji, sapık kültür, ahlak ve yollarının nefy-ü red edilmesi, selim aklın ve sağlam fikrin ve mantığın gereğidir. Zira gerçek tevhidi perdeleyen, temelden sarsan ve nesilden nesile şirk ve küfrü taşıyıp yerleştiren, nesl-i atiyi, müşrik geçmiş ile irtibata geçiren, bahis konusu olan geçmişin batıl, sapık ve cahili kültür, ahlak ve inanç mirasıdır. Evet,
‘Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin’ denildiğinde; ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. (Peki) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idiyseler de mi?’[78]; ‘Hani (İbrahim) babasına ve kavmine demişti ki; sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu timsaller nedir? (Onlar da) Biz atalarımızı bunlara ibadet ediyor, tapıyor olarak bulduk dediler. (O da) Andolsun ki siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz, dedi.’[79] Keza;
‘Onlara; ‘Allah’ın indirdiklerine uyun!’, denildiğinde; ‘hayır biz atalarımızı (geçmişlerimizi) üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’, derler. Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı ona uyacaklar?’[80]; ’Sonra, onların dönecekleri yer, elbette çılgınca yanan ateştir. Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Kendileri de, onların izleri üzerinde koşturup duruyorlardı. Andolsun, onlardan önce evvelkilerin çoğu da sapmıştı.’[81]; ‘(Onlar) Hayır, gerçekten biz; atalarımızı bir ümmet (dini bir topluluk olarak dini bir inanç, örf ve adet) üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri (küfür mirasları ve eserleri) üstünde doğru olana yönelmiş (kimse) leriz, dediler. (Müşriklerin durumu) İşte böyle; senden önce de, (herhangi) bir memlekete bir peygamber göndermiş olmayalım, mutlaka onun refah içinde şımarıp azan önde gelenleri (mütrefleri); ‘gerçek şu ki; biz, atalarımızı bir ümmet (kendi toplumlarına ait bir inanç ve yol) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (kültürel inanç ve ahlaki miraslarına) uymuş olanlarız’, demişti. (O peygamberlerden her biri de, şöyle) Demişti; ben size, atalarınızı üstünde bulduğunuz (baştan başa batıl olan) şeyden daha doğru olanını getirmiş olsam da mı? Onlar da; (evet) doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeye (ilahi ahkama, din-i tevhid olan İslam’a karşı) inkarcı, kafir olanlarız, demişlerdi. Bunun üzerine biz de, onlardan intikam aldık. Şimdi bakıp gör ki; (peygamberleri, kitapları ve din-i hakkı) yalanlayanların akıbeti nasıl (viran ve hüsran) oldu?’[82]; gibi nice ayet-i kerimeler, konuyu ve konunun vehamet derecesini açıkça gözler önüne sermekte; akıl, mantık, ilim, şuur ve insanlık dışı olan bu tür şirk, küfür, cehl ve tuğyanın, bütün boyutlarıyla ve eczalarıyla redd-ü nefy edilmesinin gerekliliğine (bilimsel, akli ve mantıki kaziyelerle) dikkat çekmektedir.
İşte; geçmiş müşrik, sapık, zalim ve cahil kişi ve toplumlardan günümüz dünyasına ve toplum hayatına taşınmış, miras kalmış bulunan ve insanlık hayatını müthiş bir çöle ve cehenneme çeviren ve çevirmekte olan (bir önceki şıkta bahis konusu edilen) Liberalizm, Sekülerizm, Laisizm, Kominizim, Kemalizm, Sosyalizm, Faşizm, Demokrasi, Postmodernizm, Hümanizm, Siyonizm, Emperyalizm, Materyalizm, Realizm, İdealizm, Rasyonalizm, Nasyonalizm, Sentezcilik gibi tüm beşeri, tağuti uyduruk görüş, düşünce, akide, inanç, kültür, ahlak, örf-adet-gelenek, dünya bakışı, hayat düzeni, kanun-kaide-hüküm ve prensipler manzumesi, mecmuası olan akli, fikri, felsefi akım-ekol ve sistemlerin ve tüm batıl din ve ideolojilerin red ve nefy edilmesi; akli, fikri, ilmi, mantıki, imani ve insani bir vecibe ve zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. Zira Allah-u Teâlâ’nın azamet-i kibriyası karşısında sivrisinekten daha zayıf ve necaset zerreciği kadar hakir ve değersiz yaratıklar olan mülhit, müşrik, münkir, müfsid, münafık ve kâfirlerin, İslam dışı ve İslam’a karşı olan mağrurane, tağutane, şeytanane ve melunane görüş-fikir-düşünce-ekol-ideoloji, din, kanun, kural, akide, ilke, prensip ve düzenlerinin mezbelelik, çöplük, necasetlik ve rezillikten başka ne anlamı ve ne değeri olabilir ki? Bundan dolayıdır ki; Kur’an-ı Kerim’de, her türlü şirk ve müşrikler rics, hubs ve necis olarak ifade edilmiş[83] ve kelb-i helhes (soluyan köpek)[84]; kitap yüklü merkep[85]; aslandan ürküp kaçan yaban eşeği[86]; yeryüzünde debelenip yürüyen (sürüngen) hayvanların en kötüsü[87]; dört ayaklı hayvanlardan kat kat sapık ve aşağı[88] gibi nitelendirmeler, tüm kâfirlerin ve müşriklerin ortak vasfı, sıfatı ve özelliği olarak bildirilmiştir. Ki; tarihi ve günümüzde cari olan vakalar ve yaşanmış, yaşanmakta olan insanlık hayatı dahi, bu ilahi, Kur’ani ve semavi beyan, ifade ve hakikatin gayet açık, canlı ve müşahhas (zincirleme-müteselsil) bir şahid-i kat’isi olarak bilfiil müşahede edilmektedir, vesselam.
d-) Her Türlü Putçuluk Şirkinin Nefy-ü Red Edilmesi
Bu şık birkaç kategori halinde -kısaca- ele alınıp tahlil edilebilir.
aa-) Nefsin heva ve hevesatını ilah (put) ittihaz edinmesi şirkinin nefy edilmesi.
bb-) Melek ve Peygamber gibi kutsal yaratıkların ilah edinme şirkinin ve putçuluğunun nefyedilmesi.
cc-) Cinlerin ve benzeri varlıkların ilah (put) edinme şirkinin nefyedilmesi.
dd-) Cansız mücessem varlıkların ve heykellerin (evsan, esnam, temasül vs.) kutsanıp ilah, put edinilmesi şirkinin nefyedilmesi. Bunları ayrı ayrı ele alacak olursak;
aa-) Nefis, heva ve hevesat; şirk ve küfre kadar uzanabilen menfi, münker, seyyie ve habaseti telkin ve tervic edebilecek bir yapı ve karakter taşımakta; habis duygu ve tutkularını, ilah (put) edinme durumuna kadar çıkarabilmektedir. Ki bunun nefy ve reddedilmesi akli ve fikri ve mantıki bir gerçekçilik ve imani, tevhidi ve insani bir görev ve vecibe olacağı açıktır. Zira insanın bizzat kendisinin Allah’a kulluk ve teslim olmadan başka hiçbir tercihinin ve çıkış yolunun bulunmaması gerçeği karşısında habis duygularını ve hevesatını ilah (put) edinmeye kalkışması, sınırsız bir hamakat ve şeytanlık örneği olacağından bunun daha da şiddetli ve nefretle red ve nefy edişmesinin zaruri olacağı ve öncelik kazanacağı izahtan varestedir. Evet:
‘Hiç şüphesiz her nefis kötülüğü şiddetle emreder ancak rabbinin esirgediği müstesnadır.’[89]; ‘Ve sana gelen-gelecek olan her fenalık (seyyie-kötülük) kendi nefsindendir.’[90]; ’Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet, iştah tutkusu, insanlar için süslendirilip çekici kılındı.’[91]; ’De ki, eğer babalarınız, çocuklarınız, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğrayacağından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan ve O’nun yolunda cihat etmekten daha sevimli ise, Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, (böylesi) fasıklar kavmini hidayete erdirmez.’[92] ayet-i kerimeleri, ehl-i heva ve heves olan insanların, meftun ve müptela olduğu dünyevi, nefsani temel unsur, eşya ve varlıkları sıralamakta; nefsin ve hevesatın aşırı meyli, iştahı ve tutkusu ile (bu kanaldan da) putçuluğa kayıp, şirk ve küfre sapacağı konulara, hususlara vurgular yapmaktadır. Zira bu tür aşırı tutkular ve temayüller, bunlara ulaşabilme meylini, istek ve arzusunu kamçılayacak, bu da; bunu gerçekleştirmek için kalbi, fikri, kavli ve fiili adımların atılmasını doğuracaktır. Ki; ilahi evamir ve rıza ile tezat ve tearuz teşkil ettiği oranda tevhitten, haktan yani Allah’tan ve din-i İslam’dan uzaklaşmayı, yani şirk, küfür ve tuğyanı intaç edecek olan bu durum ve pozisyon, müşrik düzen, ahlak, düşünce, ideoloji ve dünya görüşlerinin zuhur ve doğuş illeti-sebebi ve kaynağı olmaktadır.
‘Şimdi sen kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık, Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?’[93]; ‘Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah (put) edineni gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?’[94] ayeti kerimelerinde beyan edilen ve dikkat çekilen nefsani-şeytani his, heva-istek, arzu-şehvet ve tutkulardır ki; Nemrut gibi tağutların doğmasına, ‘ben de diriltir ve öldürürüm’[95] diye haşa ilahlık taslamasına; Firavun gibi şeytanlaşmış bir tağutun, ‘ben siz için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum’[96]; ‘ben başka ilah edineni zindana atarım’[97]; ‘ellerini ayaklarını çaprazlama kesip idam ederim’[98] ve ‘ben sizin en yüce Rabbinizim’[99] şeklinde ifadeler kullanarak bilfiil azgınlaşmasına; Karun gibi habisin; ‘kendi emeğim ve bilgim sayesinde ve üstünlüğümden dolayı hazinelere-zinetlere ve mal mülk zenginlik ihtişamına kavuştum’[100] kabilinden beyanlarla, öğünmelerle ve şımarmalarla halkı saptırmaya vesile olucu bir rol oynamasına; Samiri gibi bir hokkabazın; zinet eşyalarından döküm olarak yaptığı ve ilah olarak sunmaya çalıştığı ve ‘nefsim bunu bana hoş gösterdi’ dediği buzağı heykeli putçuluğunu tervic etmesi[101] türünden tuğyanların şirk ve küfranların doğmasına ve bütün zaman ve mekanlarda yıkıcı idlâl ve ifsat edici tağuti-şeytani fikir, akım, düzen ve şahısların zuhuruna ve kodamanlaşmasına önemli bir etken ve neden olmuştur.
İşte; günümüz dünyasında görülen; Laiklik, Kominizim, Sosyalizm, Liberalizm, Faşizm, Hümanizm, Modernizm, Realizm, Rasyonalizm gibi bir sürü batıl ekolle, ideolojiler, dünya ve hayat görüşleri, siyasi, içtimai ve felsefi akımlar ve düzenlerin tamamı büyük ölçüde (çoğunlukla) nefsin, heva ve hevesatın ilah yani put edinme küfür ve müşrikliğinden doğup kaynaklanmakta; insanlık hayatının ve tüm toplumların uçurumlardan ve cehennemlerden cehennemlere yuvarlanmalarının baş amili ve müsebbibi olmaktadır. Ki; bunun yani nefis, heva ve hevesatın put edinme şirkinin bütünüyle ve tüm boyutlarıyla nefy-ü red edilmesi ve her türlü etkinliklerinin ve her çeşit (enfüsi-afaki, cüzi ve külli) tezahürlerinin yok edilmesi akli, fikri, ilmi, insani ve mantıki bir zaruret ve gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır ki bu da; nefsin heva ve hevesatın terğib ve perestiş ettiği saha ve alan olan masivadan yani Allah-u Teâlâ (cc)’nın rızası ve marziyatı dışında kalan her türlü düşünce, ilgi-alaka, söz, fiil-hareket, arzu-istek, meyil-iştah, şehvet ve fahşadan içtinap etmek ve mahlûkat ile bu tür bir ilişkiyi tamamen kesmek, ilahi emir ve yasakları yani şeriat-i İslamiye’nin esaslarını kesin sınır olarak kabul etmek ve ebed’ül-abada yani Allah-u Teâlâ(c.c.)‘nın ebedi tecelligahına teveccüh ederek ‘Tevhid-i Hakiki’ye yönelmek suretiyle tahakkuk edip gerçekleşme imkânına kavuşacaktır, İnşallah.
bb-) Melekleri, peygamberleri ve sair kutsal yaratıkları ilah edinme şirkinin her hâlükârda redd-ü nefy edinmesinin akli, fikri, mantıki ve insani bir gereklilik olduğu ve daha da öncelik arz ettiği izahtan varestedir. Zira yarattıkların özü, halisi ve kemali olan, Allah’a kulluk ve ibadet hususunda en yücesi, en mükemmeli durumunda bulunan Tevhid-i Hakiki’yi cüz’i ve külli, hususi ve umumi âlemde ilm’el-yakin, ayn’el-yakin ve hakk’el-yakin bir tarzda talim ve tedris eden Tevhidi eğitimin üstatları, öncüleri, serdarları, başmuallimleri ve sultanları unvanını taşıyan; böyle nurani ve mübarek yüce şahsiyetleri; ervah-ı habise sahibi rezil kişi ve kavimler tarafından kendi şirk ve küfürlerine alet ve vasıta olarak kullanılmaya çalışılması sınırsız bir edepsizlik ve hayâsızlık olduğu-olacağı, gayet açıktır. Bizzat o yüce şahsiyetleri derinden derine saran ve müthiş şekilde ürperten bu mel’unane tavır ve ilcâât, yüce Rabbimiz tarafından Kur-an-ı Kerim’de şu şekilde beyan ve ifade edilmektedir: ‘Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’, dediler. Hıristiyanlarda; ‘Mesih Allah’ın oğludur’, dediler. Bu onların ağızlarıyla (şirk ve küfür söz) söylemeleridir. Onlar bundan önceki küfre sapanların sözlerini taklit ediyorlar. Allah, onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ve ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu (İsa) Mesih’i de; oysa onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadılar. (Zira) O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koşmakta olduğu şeylerden münezzehtir.’[102] Bu ayet-i kerimeye muttali olan ve Hristiyanlıktan yeni İslamiyet’e girmiş bulunan Adiy b. Hatem: ‘Ya Resulallah! Biz bilginlerimizi ve ruhbanlarımızı Rab-İlah olarak kabul etmiyorduk.’ deyince Resulullah (s.a.v.): ‘Siz onların helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram kabul etmiyor muydunuz?’ sorusu üzerine Adiy’de “evet” demiş ve bunun üzerine Resulullah da (s.a.v.) ‘İşte bu ilah kabul etmektir’ diye cevap vermiştir.
Ki; ‘Dillerinizin (rastgele ve ) yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: ‘şuna helal buna helal demeyin’ çünkü bununla Allah’a karşı yalan uydurmuş (ve şirk koşmuş) olursunuz. Hiç şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar (hak diye hükümler koyanlar) asla iflah olmazlar’[103] ayet-i kerimesi konunun bu yönüne yani teşrii ve hüküm vaz etme cihetiyle oluşan şirk ve küfre dikkat çekmekte; ‘… Hüküm ancak Allah’a aittir ve O yalnız kendisine ibadet etmenizi (yalnız onun hükümlerine uymanızı) emretmiştir. İşte gerçek din (Din-i Kaim) budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.’[104] ‘Onlar, hala (gayr-i İslami olan) cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgi ile inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?’[105]; ‘… Kim ki, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfir olanlardır, zalim olanlardır, fasık olanlardır.’[106] gibi nice ayet-i kerimeler dahi hüküm, kanun, emir ve yasak koymanın, kesinkes Allah-u Teâlâ’ya has ve ait olduğunu açıkça tasrih etmekte; Allah’ın koyduğu hükümlerin dışında kalan kanun, hüküm, emir-yasak koymanın ve bunlara uymanın kesinkes şirk, küfür ve tuğyan olduğunu vurgulamaktadır.
Evet; Kur’an-ı Kerim ilgili ayetlerini serdetmeye devam ediyor. ‘Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve annemi iki ilah edinin diye söyledin?’, dediğinde, (İsa) ‘seni tenzih ederim hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen, bende olanı bilirsin ama ben sen de olanı bilmem. Gerçekten Allâm’ul-Ğuyub (gaybları, görünmeyenleri en iyi bilen) hiç şüphesiz sensin sen. Ben onlara senin bana emrettiklerinin dışında hiçbir şey söylemedim. (Söylemediğim) benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet, kulluk edin! (Hem) Onların içinde kaldığım sürece ben onların üzerinde bir şahit (gözcü ve kontrolcü) idim. Benim (dünyada ki hayatıma) son verdiğinde, üzerlerinde murakıp (gözetleyici) olarak kalan, yalnız sendin. Ve (zaten) sen her şeyin üzerine mutlak şahit olansın. Eğer onları azaplandırırsan, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, hiç şüphesiz aziz olan da hâkim olan da sensin sen!’[107]
‘’Andolsun, gerçekten ‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir, diyenler küfre sapıp kâfirleşti. Oysa Mesih; ‘Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Çünkü O, kendisine şirk koşana hiç şüphesiz cenneti haram kılmıştır ve onun barınma yeri ateştir. Ve (şirk koşan) zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.’ Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olup küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan (insanlardan-toplumlardan) küfr (de devam) edenlere mutlaka acıklı bir azap dokunacaktır.’[108] ; ’(Evet) Beşerden hiç kimseye yakışmaz ki, Allah ona kitabı ve hükmü ve nübüvveti versin de sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin!’ desin. Fakat ‘öğretmekte ve ders alıp vermekte olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olunuz’, der. Ve O, zaten melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi asla emretmez. Artık siz, Müslüman olduktan sonra, size hiç küfrü emreder mi?’[109] ’De ki: Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda müsavi (eşit-ortak) bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet (ve kulluk) etmeyelim ve ona hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı (kimimiz kimimizi) Rabler edinmeyelim. Eğer yine de yüz çevirirlerse; ‘şahit olunuz ki, biz (gerçek tevhid ehli olan) Müslümanlarız’ deyiniz.’[110] Keza;
“O gün (Allah) onların hepsini bir araya getirip haşredecek, sonra meleklere: ‘Bunlar (dünyada) size mi ibadet edip tapıyorlardı?’ diyecek. (Melekler de:-Haşa-) Sen Sübhan’sın (her türlü eksikliklerden münezzeh ve çok yücesin) bizim yegane, mutlak velimiz sensin, onlar değil, hayır onlar (o kafirler, bize değil) cinlere ibadet ediyor, tapıyorlardı ve çoğu onlara iman etmişlerdi!’ diyecekler.’[111]; ‘Mesih de, Mukarrebun olan (yüce makam sahibi) melekler de, Allah’a kul olmaktan istinkâf etmezler. Kim ki, ona ibadet etmekten istinkaf ederse (uzak durur, çekinir ve kaçınırsa) ve istikbarane büyüklük taslarsa, (Allah, azablandırmak için) onların tümünü kendi huzurunda hasredip toplayacaktır.’[112]; ‘Evet; hiç şüphesiz, Rabbinin katında bulunanlar, ona ibadet etmekten (kulluk üzere bulunmaktan) asla büyüklenmezler; hep onu tesbih ederler ve ona secde ederler.’[113] Ve hakeza…
Şu halde; melekler, peygamberler gibi, en yüce yaratıklar Allah’a ibadet etmek ve kullukta bulunmak ile mükellef olunca, sair kutsal yaratıklar (Evliyaullah, Ulema ve Suleha vb.) dahi ve daha da öncelikle Allah’a kulluk ve itaat etmekle yükümlü ve sorumlu bulunmakta; Allah-ü Teala’nın İlahi hükümlerine bağlanmaktan ve tüm insanları da o yola çağırmaktan başka hiçbir seçenekleri bulunmamaktadır. Aksi takdirde, yani; Allah’ın hükümlerinden, emir ve yasaklarından başka kanun, hüküm, yasa, görüş ve düzenlere (bunlar kendi indi-şahsi-hevai görüş ve kültürel kanaatleri, bakış açıları da olsa) temayül ve perestiş edip bağlanmanın ve bağlanmaya çağırmanın şirk ve küfür olacağı açıktır. Bu tür kutsal görünümlü olanların da tabiatıyla -haşa- değil veli, mürşit, alim, salih tam aksine sapık bir küfür öncüsü, şeytanlaşmış bir tağut olacağı; bunlara yönelen, uyan ve inananların dahi doğrudan doğruya akl-i şirk, yani müşrik pozisyonuna düşmüş bulunacağı, izahtan varestedir.
İşte; bu perspektif ile ve bu nokta-i nazardan bakarak; günümüzdeki nev-zuhur şahsiyetlerin, kutsallık rolüne bürünerek, velilik, mürşitlik, nurculuk, şeyhcilik, önderlik, hocaefendilik, ağabeycilik, alimlik maskelerini takınarak, büyük şeytan Amerika’nın, Siyonist İsrail’in, papalığın-patrikliğin ve onların bölgemizdeki resmi ve sivil uzantıları olan tağuti, mülhit, zalim, habis, melun hakim düzenin ve onun muhtelif şeytani kurum ve kuruluşlarının ve yasalarının değişik yollardan ve hannasca oyun ve taktiklerle meddahlığını, savunuculuğunu (o da, -El’iyazubillah- din, iman ve İslam adına(?)) yapmaya çalışmaları, hatta büyük gayretler sarf etmeleri ve biçare aldatılmış etbalarını, müritlerini, talebelerini ve tabanlarını da tedricen, sinsice bahis konusu şirk, riddet ve ilhad kasırgasına kaptırmaya cehd ve gayret etmeleri ile; ne müthiş bir firavunluk, nemrutluk, şeytanlık ve tağutluk örneği sergilediklerini ve o habis kutsallık taslayan münafık ve mülhitlere İslam(?) ve mukaddesat(?) adına meyl-ü rağbet ve perestiş ederek itaat eden zavallılarında ne derece zelil, rezil ve hüsrana uğramış, sapık yaratıklar olduklarını yakinen anlama ve tespit etme imkanına ve melekesine kavuşmuş bulunmaktayız.
Şirk ve küfrün modern dünyadaki en belirgin, en yaygın ve en egemen olanı olan ‘Laiklik, Sekülerizm, Liberalizm, Demokrasi’ hususunda yarış içerisinde bulunan[114] bu ilhadi, nifaki ve irtidadi şahıs, kurum ve akımlar; laik Müslüman, demokrat Müslüman, liberal Müslüman, Kemalist Müslüman, modern-Batıcı-Amerikancı Müslüman, hümanist-insancıl-hoşgörülü Müslüman, modern ılımlı Müslüman(?) gibi tanımlar, tarifler, tavsifler geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışırken; laiklik sıfat, İslam ise isimdir. Bunlar, biri birini nakz edici değil, tamamlayıcıdır. ‘Filan tağut sağ olsaydı, bizden olurdu ve bugünkü Demokrat geçenlerden uzak dururdu.’; ‘Asıl Demokrat, gerçek Kemalist biziz.’; ‘Laikliğin ve demokrasinin aslı çok iyi ve güzel ama bölgemizdeki uygulaması kötü onun için Müslümanlar olarak biz asıl ve gerçek laikliğe ve demokrasiye sahip çıkmalı ve onların tam uygulanabilir hale getirilebilmesi için olanca çabamızı sarf etmeliyiz.’; ‘Baş açmak, kadınlarla tokalaşmak, iç içe ve karışık oturmak, kokteyllerde alemler yapmak, hora tepip tepinmek, fahişelerle-ateistlerle-İslam’a saldıran ve sövenlerle bir arada ve birlikte yaşamaya alışmak, İslami Şiar söz söylem ve fiillerden (mesela tekbir, tehlil, tevhid kelimelerinden, sarık-sakal-cübbe ve tesettür ile haya hicaptan, gerekirse namazdan, din, iman ve Kur’an’dan) sarf-ı nazar ederek, Laik, Demokrat, Liberal, Uygar model ve aydın sözlerini zikr-i daimi ile vird-i zeban edinmenin modern çağın-asrın ve zamanın özellikle de (özel konumu ve mevcut şartların gereksinimi(?) itibariyle) bölgemizin, ülkemizin olmazsa olmaz gereği ve hayatın tek seçeneği(?) olduğu’ yorumunu şerh ve izahını yapmaya bunu da utanmadan İslami(?) naslara, kutsal çerçevelere ve gayretkeşliklere (şeytani, uyduruk mantıklarla) oturtmaya, böylece geniş Müslüman halk kitlelerini de riddet-ilhad çemberi içerisine almaya çalışmakta, bu amaçla seri şeklinde seminer, konferans, panel ve kurultaylar düzenlemektedir.
Hâkim olan tağuti-şeytani düzeni ve onun patronları ile etkili güç odaklarını ve kurumlarını mutlak Rab-İlah ve muktedir, cebbar Malik-Efendi durumuna ve pozisyonuna bil-fiil getirmeyi, ilahi egemenliği, malikiyeti, iktidarı, Rububiyeti ve ubudiyeti yani Öz Muhammedi İslam’ı, Kur’ani kültürü ve mektebi, siyasi, içtimai, hukuki, iktisadi, ahlaki, ferdi ve ailevi tüm alanlar da ve hayat-i insaniye de tamamen yok etmeyi ve etkisini sıfıra indirmeyi esas ve hedef alan bu serapa şirk, küfür, riddet, nifak, İlhad, tuğyan ve dalalet olan mel’unane tezahürlerin tamamının (bütün eczası ve boyutlarıyla) redd-ü nefy edilmesi çok önemli ve çok zaruri, akli, ilmi, fikri, mantıki, vicdani ve insani bir vecibe olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gerçek Tevhid’in korunabilmesi; ilahi, nurani ve hayat-feşan misyonunu fonksiyonunu icra edebilmesi, insanlık hayatını dünya ve ahirette kurtarabilecek olan ilahi özelliğini gösterebilmesi için bunun ve küfrün bu şıkkının ve boyutunun çok güçlü tarzda ve büyük azim ve gayretle redd-ü nefy edilmesinin akıl, fikir ve düşünce âleminde ve giderek de fiili, pratik hayatta gerçekleşmesinin gerekliliği, akl-ı selim sahibince müsellem bir kaziye olduğundan olacağından daha fazla tafsilata ve izaha ihtiyaç olmadığı açıktır, vesselam.
- cc) ‘Cinleri, şeytanları ve ervah-ı habise gibi görünmeyen yaratıkları İlah edinme, onlara tapınma şirkinin aklen, fikren ve mantıken red ve nefy edilmesi; her hal-u karda akli ve mantıki bir gereklilik olduğu her akl-ı selim sahibi insanın bahusus bu hususta en mükemmel bir durumda bulunan, bulunması lazım gelen Müslümanın hiç düşünmeden kabul ve teslim edeceği riyazi bir hakikat olduğu izahtan varestedir.
İnsanlık tarihi boyunca, özellikle de bedevi, vahiy kültüründen mahrum ve uzak bulunan cahil toplumlar, fıtratlarında mündemiç bulunan din-i fıtri ve Tevhid-i hakiki ile muhatap olamayınca, aşinalık payda edemeyince; yanlış ve batıl inanışlara eğilim ve yönelim içerisine girmiş; kendilerini cin, şeytan ve ervah-ı habise gibi, -kısmen- gaybi olan yaratıkları (haşa) rab-ilah edinme ve onlara (sığınma, yardım bekleme kabilinden) tapınma şirki ve dalaleti içerisinde görmüşlerdir.
‘Dumansız, yalın bir ateşten (min mericin min nar)’[115]; ‘Zehirli ateşten (min nar’is-semun) yaratılmış[116] bulunan cinlerin (ki; ilk ve baş şeytan olan iblisin de cinlerden olduğu[117] ve ateşten yaratılmış olmasından dolayı kibir ve gurura kapılarak Allah-u Teâlâ’nın ‘Adem’e secde edin!’ emrine karşı isyan ederek şeytan-ı recim olarak ilahi huzurdan kovulduğu ve şeytani idlal, ifsat rolünü ve misyonunu yerine getirebilmek için de kendisine Allah-u Teâlâ (c.c.) tarafından (ilahi hikmeti gereği ve imtihan etme amacıyla) imkan, güç-istitaat ve mühlet verildiği’[118] ve cin ve ins cinsinden kardeş, arkadaş, hannas yardımcıları, dostları[119] ile oluşturduğu ‘orduların’[120] atlı ve piyade birlikleri ile’[121] zayıf iradeli, ihlası ve takvası az insanları, şirke ve küfre sokmak, cinni-insi ervah-ı habise sahibi varlıklara ve kendisine taptırmak ve din-i Hak’tan koparmak için ‘sağdan-soldan, önden-arkadan saldırıya geçtiği’[122] bilinmekte; bu tiyneti ile birlikte ve ona ilaveten); bahis konusu -mezkûr- yaratılış mayelerine ve yapılarına muvazi nüfuz edici-güçlü, etkileyici-yakıcı-boğucu-öldürücü ve zehirleyici bir imkana ve özelliğe sahip olmalarında hayat-ı insaniyeyi ifsat, idlal ve şirk-ü küfür ile tahrip ve imha etme cihetiyle, nisbi başarılar elde ettikleri, insanların ekseriyetini saptırmaya sınırlı da olsa muvaffak oldukları (gerek Kur’an-ı Kerim’in beyanı, gerekse tarihi ve günümüz vakıaları ile) müşahede edilmektedir.
Evet; iblisin önderliğindeki habis ruhlu ins ve cinlerden oluşan ve şeytan, şeyatin diye tesmiye olunan ‘insanlığın açık ve amansız düşmanı’[123] olan mel’un güruhun, ‘yüce peygamberlere dahi musallat olduklarını ümniyye-şaşırtmaca, iğva-vesvese ve fitleme türünden olumsuzluklara itmeye çalıştıklarını[124] Kur’an-ı Kerim açıkça bildirmekte; Hz. Adem (a.s.) kıssası ise bu hususta canlı bir tablo olarak Kitabullah’ta sergilenmiş bulunmakta; halis, salih kulların, ilahı hıfz ve sıyanet ile onlardan korunmuş oldukları da keza vurgulanmış bulunmaktadır. Ervah-ı habiseden ve cinlerden oluşan şeytanların; bu nisbi, kısmi (tahrip ve ifsaddan kaynaklanan ve sırf imtihan sırrı ve hikmetinden tanınan) başarılarına aldanan fıtratı bozulmuş kimseler özellikle şeytanların cinni olanlarına olağanüstü bir varlık diye bakmaya, zaman zaman tapınmaya, kullukta bulunmaya ve onlardan istimdat etmeye başlamış, böylece; ‘yeni bir şirk ve putçuluk çığırı’ açmışlardır. Ki; Kuran-ı Kerim bir kısım ayetleriyle bu konuya dikkat çekmiş bulunmaktadır. Ezcümle:
‘Şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. Hiç şüphesiz, benim (halis olan) kullarım (var ya); senin onlar üzerinde hiçbir sultan (zorlayıcı gücün ve egemenliğin) yoktur.’[125]; ‘Azgın olanlardan sana tabi olup uyanlardan başka, kullarımın üzerinde senin asla her hangi bir sulta kurabilme gücün yoktur.’[126]; ‘Andolsun ki, (cinlerin atası olan) iblis, onlar (fıtratından sapan insanlar) aleyhindeki zannını (vadini) doğrulayıp yerine getirdi. Müminlerden (halis) bir fırkanın dışında kalan (tüm insan) lar, ona tabi oluverdiler. Oysa onun, onlara (kendisine uyan insanlara) karşı bir sultası, zorlayıcı gücü yoktu. Fakat biz, ahirete imanı olanı, onda şüphe içinde olandan ayırt etmek için (iblise, zürriyetine ve avenesine bu saptırabilme imkanını verdik) ve Rabbin, her şeyin üzerinde Hafizdir, koruyup gözetleyendir.’[127]; ‘O halde; şimdi beni bırakıp ta, onu (iblisi) ve onun (cinni) zürriyetini (ve avenelerini) mi veliler edineceksiniz? Halbuki onlar (ın hepsi) sizin düşmanlarınızdır. (Bunu yapmak) Zalimler için ne kötü bir bedel, bir karşılıktır. Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da ben onları (iblisi, cinden ve insten olan zürriyetini, avenelerini) şahit tutmadım. Ben hiçbir zaman (hiç kimseyi, özellikle de) mudil (saptırıcı) olanları yardımcı edinmiş değilim (Bundan sonsuz derece müstağni, münezzeh ve beriyim).’[128] Keza;
‘(Allah-u Teâlâ) O gün, onların (müşriklerin) hepsini bir arada toplayacak, sonra meleklere: ‘Şunlar, size mi ibadet edip tapıyorlardı’, diyecek. (Melekler de:) ‘Sen pek yüce ve münezzehsin. Bizim (tek ve mutlak) velimiz (dostumuz ve sığınağımız) yalnız sensin; (haşa) asla, onlar değil. Doğrusu onlar, cinlere ibadet edip tapıyorlardı. (Çünkü;) Onların çoğu, onlara (cinlere) iman etmişlerdi’, diyecekler.’[129]; ‘(Allah-u Teâlâ, her şeyin Hâlık’ı ve Râzık’ı olduğu halde) Tuttular da cinleri Allah’a şirk (ortak) koştular. Oysa; onları da, O (Allah-u Teâlâ) yaratmıştır.’[130]; ‘Doğrusu, insanlardan (aklı kıt olan) bazı erkekler, cinlerden bir kısım ricale (adamlara) istiaze de bulunup sığınırlardı da, cinlerin azgınlıklarını artırıyorlardı.’[131]; ‘Dikkat ediniz! Halis din, ancak Allah’ındır. Ondan başka veliler edinenler: ‘Biz bunlara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, tapıyoruz’, (derler).’[132]; ‘Hiç şüphesiz Allah, kendisine şirk koşanları asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günahlar) ı ise dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa, elbette uzak bir sapıklıkla (dalal’en-baid’en) sapmıştır. Onlar (bir kısım müşrikler), O’nu (Allah’ı) bırakıp ta (yaratılmışlardan bir takım) dişilere dua edip tapıyorlar. (Böylece) Onlar, ancak her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş, inatçı bir şeytana (şeytan’en-merid’en) dua edip tapıyor (olmuş oluyor) lar.’[133] Keza;
Evet; ‘Onlar (müşrikler), yaptıklarının sonucunu tatmışlardır. Onlar için, acıklı bir azap vardır. (Onların durumu) Şeytanın durumu gibidir. Ki hani o, insana: ‘kafir ol’ demişti de, (o da) kafir olunca; (şeytan) ‘ben senden beriyim. Çünkü ben, alemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım’, deyivermişti.’[134]; ‘Öyle bir vakit ki; kendilerine tabi olunan (cinni ve insi şeytan) lar, kendilerine (dua-tapınma ve itaat ederek) tabi olup uyanlardan teberri etmişlerdir. (Çünkü, artık) Onlar azabı görmüşlerdir ve aralarındaki (taptırma ve tapınma gibi) bütün esbab (bağlar ve ilişkiler) parçalanıp kopmuştur. (O zaman, yönetilip) Tabi olanlar: ‘Eğer bize bir kere (dünyaya geri dönme) fırsatı verilse (ydi), muhakkak ki onların bizden teberri edip uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırdık’, derler. İşte böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını (şirk-ü küfürlerini ve tuğyanlarını) kahredici hasretlerle (ve sonu çok acı pişmanlıklarla) gösterecektir. Ve onlar, ateşten asla çıkacak değillerdir.’[135]; ‘Hani (İbrahim) babasına demişti: ‘Babacığım, şeytana ibadet, kulluk edip tapma! Hiç şüphe yok ki (insi ve cinni) şeytan, Rahman (olan Allah’a) a asi olup başkaldırandır. Babacığım, gerçekten ben sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum. Ki o zaman, şeytanın velisi olursun.’[136]; ‘Ey Ademoğulları! Ben size, ahd (and ve öğüt) vermedim mi ki: ‘Şeytana ibadet etmeyin, tapmayın. Muhakkak o, size apaçık bir düşmandır. Ve bana ibadet kullluk edin ki, sırat-ı müstakim işte (ancak) budur. Andolsun o (ins ve cin cinsinden olan) şeytan, sizden birçok insan neslini ve kuşağını (cibillen), (şirk-ü küfür ve tuğyan ile) idlal edip saptırmıştı da, yine de akleder olmadınız mı? İşte bu, size vadedilmiş olan cehennemdir; küfre sapmalarınıza karşılık olmak üzere, bugün girin oraya.’[137]
Netice olarak; ‘İş hükme bağlanıp bitince, şeytan der ki: ‘Doğrusu Allah, size gerçek olan va’di va’detti; ben de size vaadde bulundum ama size hilaf olanı va’dedip yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnız sizi (şirke, küfre, tuğyana ve dalalete) çağırdım, siz de hemen bana (gönüllü olarak) icabet ettiniz. Öyleyse, siz beni kınamayın; (önce) siz kendi nefislerinizi kınayın. Ben, sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Daha doğrusu, önceden beni (Allah’a karşı) şirk-ortak koşmanızı da ikfar etmiş, örtüp kapatmış, tanımamıştım (ancak, sizi kandırıp aldatmıştım).’[138] İlââhir…
İşte; yaratıcı olmayan, tam aksine yaratılmış ve binlerce derece acz, fakr ve ihtiyaç içerisinde bulunan, her an fena, adem ve zeval rüzgarları ile malül, mahkum olan ve ölüm gibi ilahi ve ebedi, kati bir hakikat ile karşı karşıya bulunan yaratıkların hadlerini aşarak tuğyana gelmesi, Allah-u Teâlâ ve Tekaddes’e (c.c) ve O’nun (c.c) Ubudiyyet, Rububiyet ve Uluhiyyet sınırlarına küstahça müdaheleye (şirk ve küfre) kalkışarak, bir kısım insanları kendisine, kendi görüş ve kanaatlerine veya bir başka faniye, yaratılmışa ibadet, kulluk ettirmeye yani itaat, iktida ve ittiba ettirmek suretiyle tapındırmak böylece; ilahlık, rablık (?) rolüne soyunmaya, yani putçuluk türlerinden bir türde önderliğe oynaması, ne derece, eşsiz bir vahşet, cinayet, dalalet ve fecaat örneği olduğu ve böyle yaratıkları –haşa- ilah, rab, malik ve hakim ittihaz edinen yani onların fikir, düşünce, emir ve yasaklarını uyulan-uyulacak kanunlar, hükümler, prensipler, dünya görüşü ve hayat felsefesi olarak kabul etmek yoluyla onlara ibadet, kulluk eden, yani tapınan insanların, onlardan (kendini ilah yani put ittihaz edenlerden) daha sapık, alçak, rezil, şahsiyetsiz, haysiyetsiz ve vahşi varlıklar olduğu böylece, yani akl-ı selimce ve serdedilen ilahi hakikatler muvacehesinde, bir kaziye-i muhkeme halinde –kesinkes- anlaşılmış bulunmaktadır. Zira en yüce ve mukaddes yaratıklar olan melaike, enbiya, evliya, suleha gibi varlıklar, Allah-u Teâlâ’ya (c.c) bütün zerrat-ı vücutlarıyla, büyük bir vecd, cezb, aşk, şevk, huşu, haşyet, istiğrak ve teslimiyet içerisinde tesbih, tehlil, zikr, rüku, kıyam, kuud, sücud ile ubudiyet-i mutlaka içinde oldukları ve bununla hem ızdırari hem de iradi ve ihtiyari, hem fıtri, ahlaki hem de akli, şer’i (imani-akidevi) ve insani olarak mükellef bulundukları, bu kutsal abid (kul) olanyaratıkların dahi –haşa- ilah ve rab edinilmesinin, onlara ibadet, kulluk içerisinde bulunulmasının, yani Ubudiyet, Rububiyet ve Uluhiyyet gibi Allah-u Teâlâ’ya (c.c) ait isim, vasıf ve sıfatlardan onlara (melaike, enbiyave evliyaya) da payeler, hisseler verilmesinin mutlak şirk ve küfür olduğu ve fail, zahib ve mu’tekidlerinin de kesinkes müşrik ve kafir-i mutlak durumunda bulunduğu, bulunacağı riyazi bir hakikat olduğundan; bu -mezkür- ilahi sıfatların, ins-cin cinsinden olan ervah-ı habiseye ve şeytanlara verilmesinin, daha da katmerli bir şirk-i azim ve küfr-ü mutlak olacağı ve bunların failleri olan insanların, şeytanlardan da alçak habis varlıkların durumunda bulunacağı, dünyevi ve uhrevi karargahlarının esfel’is-safilin olacağı, izahtan varestedir.
Evet; ‘Vahid’ul-Ehad, Vacib’ul-Vücud, Hayy’ül-Kayyum, Hâlık’ül-Cebbar, Bari’ül-Musavvir, Rezzâk’ul-Alem, Rahman’ur-Rahim, Kadir’ul-Mutlak’ olan Allah-u Teâlâ’nın dışında kalan ve hepsi de Allah-u Teâlâ (c.c) tarafından yaratılmış bulunan tüm varlıklar, Allah’ın kulu, mülkü ve memluküdür. Bunların hiçbirinin ilahlık, rablık vasfı, hakkı, etkisi ve yetkisi olmaz, olamaz. Melekleri, peygamberleri, velileri (şahıslarını veyahut sembollerini) ilah, rab edinmek, kısmi ve nisbi de olsa, onları –haşa- Allah’a ortak, yardımcı, müşavir, evlad-u iyal bilmek ve ibadet-dua etmek, tapınmak suretiyle tapınmak böylece; onları ma’bud, rab ve ilah edinmek, elbette Allah-u Teâlâ’nın (c.c) Azamet-i Kibriyası’na ve O’nun halis kulları olan melaike, enbiya, evliya ve sulehaya hatta mevcudata jarşı azim ve müthiş bir hakaret ve cinayet olduğu bundan dolayı da bu tür bir şirkin, yani melekleri, peygamberleri ve sair kutsal yaratıkları ilah ve rab edinme şirkinin nefyedilmesinin gerçek tevhidin tahakkuku zımnında akli, fikri, ilmi, mantıki ve insani bir gereklilik olduğu (bir önceki şıkta bahis konusu edilerek) tebellür etmiş bulunduğu göz önüne alınarak; bu şıkta bahis konusu şirkin yani cinleri, şeytanları ve ervah-ı habise gibi görünmeyen yaratıkları, ilah edinme, onlara tapınma şirkinin aklen, fikren, ilmen ve mantıken daha da şiddetle, nefretle redd-ü nefy edilmesinin öncelik arzedeceği açıktır. Ki; fıtratı ve akl-ı selimi azıcık sağlam bir kimsenin, bunda zerre miskal tereddüt etmesi asla mümkün değildir.
Yeri gelmişken, Allah-u Teâlâ’ya –haşa- evlad, eş isnad etmek suretiyle nakise, kusur ve zafiyet izafe etme şirkine ve onun da aklen, fikren, ilmen ve mantıken nefyedilmesinin gerekliliğine –çok kısaca- temas ederek, bu şıkkı noktalamış olalım, İnşaallah.
‘(Müşrikler:) ‘Allah, çocuk edindi’ dediler. O (Allah-u Azim’uş-Şan), Sübhan’dır (O tür ve her çeşit kusur, zafiyet ve eksikliklerden gayet yüce ve münezzehtir). Doğrusu, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na gönülden boyun eğmişlerdir. Gökleri ve yeri (örneksiz) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca ‘ol’ der, o da hemen oluverir.[139]; ‘Yahudiler, ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ dediler; Hristiyanlar da, ‘(İsa) Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu; onların ağızlarıyla uydurdukları (yalan-iftira) sözleridir ki, daha önceki küfür ehli kafirlerin sözlerine benziyor. Allah, kahretsin onları! Nasıl da (Hak’dan batıla) çevriliyorlar?’[140] Buna ilaveten; ehl-i kitab olan Hristiyanlar, teslis (üç ilah) inancı şirki ile de temayüz etmiş bulunuyor.[141] Keza;
‘…Ve bir de, hiçbir bilgiye dayanmadan O’na (Allah’a) oğullar ve kızlar (isnat edip) yakıştırıp uydurdular. O ise; onların bu vasıflandırmalarından çok yüce ve çok nezih, münezzehtir. Göklerin ve yerin örnek edinmeksizin mutlak yaratıcısıdır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? Ve O’nun bir sahibesi (zevcesi) de yoktur ki. Ve (üstelik) O, her şeyi yaratmıştır. Ve O, her şeyi eksiksiz bilendir.’[142]; ‘Rahman çocuk edinmiştir’ dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup geldiniz. Bundan (iftira ve yalandan) dolayı, neredeyse gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti; Rahman adına, çocuk öne sürdüklerinden dolayı. (Halbuki) Rahman’ (olan Allah) a çocuk edinmek yaraşmaz. (Zira) Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her şeyin) tümü, Rahman’a yalnız bir kul (abd) olarak gelecektir.[143] Evet;
‘(İsa) Dedi ki: Hiç şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı…, …Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil; O, yücedir, münezzehtir. (O) Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona ‘ol’ der, o da hemen oluverir. Gerçek şu ki; Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse, yalnız O’na ibadet, kulluk edin. Ki, dosdoğru yol (sırat-ı müstakim), işte budur.’[144]; ‘O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size, kendi nefislerinizden zevceler ve davarlardan da (çift çift) eşler yarattı. Sizi bu tarzda yaratıp üretiyor, türetip yayıyor. O’nun misli gibi olan hiçbir şey yoktur. O Semi’dir, Basir’dir. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. O, dilediğine rızkı genişletip yayar ve (dilediği kadar) takdir eder. Çünkü O, her şeyi en iyi bilendir.’[145]; ‘De ki: O Allah, Ehad’dır; Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç değil, her şey O’na muhtaçtır). O, asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve O’na denk olacak hiçbir şey yoktur, O’nun hiçbir dengi olmamıştır.’[146] Netice olarak;
‘Ve de ki: Her türlü hamd-u sena, çocuk edinmeyen ve mülkünde asla şeriki (ortağı) olmayan ve düşkünlükten dolayı da (hiç bir) yardımcıya da (veliye, müşavire) asla ihtiyacı bulunmayan Allah’adır. Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et (Sonsuzluğa doğru yücelttikçe yücelt ve büyüttükçe büyüt).[147] Ve hakeza;
Şu halde; doğma, doğurma, zeval ve firaka (ölüme) maruz kalma, acz, zaafiyet, hata, kusur, noksanlık, eksiklik, güçsüzlük ve herhangi bir şeye veya kimseye ihtiyaç duyma gibi her türlü arızi, kesbi ve suni vasıf ve sıfatları Allah-u Teâlâ’ya (c.c.) izafe etme şirkinin; akli, fikri, insani ve mantıki bir gereklilik olduğu gibi bu tür bahis konusu vasıf ve sıfatlarla mutassıf bulunan ve hepsi de yaratılmış olan varlıkları ilah, rab edinme ve onlara ibadet etme (itaat etme ve boyun eğme), yani Allah-u Teâlâ’nın (c.c.) dışında kalan her hangi bir varlığın, özellikle de bu şıkta bahis konusu edilmiş bulunan şeytanlaşmış olan cinni, insi hannasların ve ervah-ı habise sahibi olan varlıkların hüküm koyma, hükmetme, velayette bulunma, yönlendirme, kul ve tebaa kılma ve bunları kabullenme, düstur edinme ve onlara uyma, bağlanma, tabi olma şirkinin de bütün boyutlarıyla redd-ü nefyi edilmesinin akli, fikri, ilmi, insani, vicdani ve mantıki gereklilik olduğu aksinin ise; asla tahayyül dahi edilemeyeceği, böylece kesinkes anlaşılmış olmaktadır. Ki bunun da din-i ilahi olan İslam’dan başka bütün beşeri ideolojilerin, dünya görüşlerinin, hayat sistemlerinin, tağuti düzen,akım, ahlak, kültür ve felsefelerin tamamen red ve nefy edilmesi anlamına geldiği izahtan varestedir.
- Göklerde ve yerdeki cansız varlıkları, sanem-vesen-timsal türünden şekilleri, yapıtları, heykelleri ve sair mücessem veya mücerret yaratıkları ilah edinme putçuluğu ve şirkinin, aklen, fikren, ilmen ve mantıken redd-ü nefy edilmesinin dahi gerçek ve halis tevhidin sübutu ve takarrürü için nefy merhalesinin çok önemli bir unsuru, şıkkı ve lazımesi olduğu gayet açıktır. Ki, bunların ayrı ayrı üç ana başlık halinde kısacada olsa tahlil edilmesi daha faydalı olmuş olacaktır, İnşaallah.
Aaa. Ay,güneş ve yıldız gibi semavi cisimleri, varlıkları ilah edinme, onlara tapınma, onlara yönelip yardım dileme, fayda ve zarar umma ve böylece onları fail-i muhtar addedip kutsallaştırma şirkinin red ve nefy edilmesinin akli, fikri, ilmi ve mantıki bir kaziye, lazıme ve gereklilik olduğu her akl-ı selimce hemen teslim ve tesellüm edileceği malumdur. Zira, yaratılmış olan varlıkların zi-hayat, zi-ruh, zi-akıl, zi-şuur ve sahib-i irade olanlarını, örneğin cinleri, insanları hatta en kutsal yaratıklar olan melekleri, peygamberleri, velileri ve Salihleri dahi rab ve ilah edinmek, onlara –haşa- tapınmak yahut onları (kısmi, cüzi ve nisbi olsa) Allah-u Teâlâ’ya (c.c.) şirk-ortak koşmak ve onlara Ubudiyet, Rububiyet ve Uluhiyyet gibi konularda hisse ayırmak asla caiz ve mümkün olmayınca cansız, ruhsuz, akıl, şuur ve irade sahibi olma gibi vasıf, sıfat, özellik ve fonksiyonlardan mahrum bulunan cansız varlıklar için bunun, yani Ubudiyet, Rububiyet ve Uluhiyetin izafe edilmesinin daha da caiz ve mümkün olamayacağı akıl ve mantığın bundan daha da bizar olacağı faillerinin ise daha da katmerli bir sapıklığın içerisinde bulunacağı her akl-ı selim tarafından yakinen bilineceği izahtan varestedir. Evet; gerçek tevhidin, mezkur nefy merhalesinin tebyin ve takrir sadedinde, babası Azer ile tartışarak yakini iman makamında semavat ve arzın melekutunu müşahede eden[148] Hz. İbrahim (a.s), Kur’an diliyle bu ilahi hakikati şu şekilde nazar-ı dikkate vermektedir.
[1] Hac:73
[2] Lokman: 13
[3] En’am: 57, 62; Yusuf: 40, 67; Mü’min ( Ğafir ): 12
[4] Al-i İmran: 28
[5] Al-i İmran: 118
[6] Maide: 51-52
[7] Maide: 57
[8] Maide: 81
[9] Bakınız; Hud: 113
[10] Bakınız; Enam: 106, Tevbe: 3, Hicr: 94
[11] Mücadele: 22; Yaklaşık; Al-i İmran: 119-120; Tevbe: 23-24
[12] Al-i İmran: 175; Yaklaşık; Bakara: 150
[13] Bakınız; Al-i İmran: 28, Nahl: 106, Taha: 45-46, 68
[14] Bakınız; Maide: 52-53
[15] Bakınız; Nisa: 77, Maide: 21-26; Enam: 121; Ahzab: 19; Haşr: 13; Münafikun: 4
[16] Bakınız; Bakara: 120; Al-i İmran: 100, 149; Enam: 121; yaklaşık; Ankebut: 8; Lokman: 15; ilh…
[17] Bakara: 268
[18] Nisa: 37, yaklaşık; Hadid: 24
[19] İsra: 27
[20] Bakara: 169; yaklaşık; Enam: 151, Nur: 21 vb.
[21] Furkan: 43; Casiye: 23
[22] Bakara: 120; yaklaşık, 145; Rad: 37
[23] Kasas: 50
[24] Şura: 15
[25] Al-i İmran: 14; yaklaşık, Kehf: 46; Taha: 131; Tevbe: 24; Şura: 36; Zuhruf: 33; Ahkaf: 20; Hadid: 20; Teğabun: 14-15
[26] Bakınız; Müslim: K. Fiten: 120-127; Tercüme A. Davudoğlu: 11: 412; İbn-i Mace: K. Fiten: 33-35; Tercüme 10: 331-339; vb.
[27] Şualar (1959 Baskısı), Beşinci Şua, sah: 382
[28] Şualar, Beşinci Şua, sah: 372, 375
[29] Şualar, Beşinci Şua, sah: 373
[30] Şualar, Beşinci Şua, sah: 375
[31] Şualar, sah: 376
[32] Şualar, sah: 383
[33] Şualar, sah: 384-385
[34] Lemalar, On Yedinci Lema, sah: 104-128
[35] Bakara: 29; Enam: 1-6, 12-16, 73, 101-104; Araf: 54-58; Yunus: 3-6; Hud: 7; İbrahim: 19-20, 32-33; Nahl: 3-4, 77-81; İsra: 99; Enbiya: 30-33, 56; Nur: 41-45; Furkan: 2, 45-54, 59-64; Neml: 60-65; Ankebut: 44, 61; Rad: 16; Fatır: 3; Lokman: 10-11, 20, 25-28; Secde: 4-9; Zümer: 5-6, 38, 46, 62-63; Casiye: 22, 26-27; Ahkaf: 33-34; Hadid: 4-6; Mümin(Ğafir): 62; Haşir: 22-24; Teğabun: 1-4; Talak: 12; Mülk: 1-5; Hicr: 85-86; Kaf: 38; Nûn: 11-20; ilh…
[36] Ankebut: 61; yaklaşık; Lokman: 25; Zümer: 38; Zuhruf: 9
[37] Bakınız; Hac: 73-74
[38] Saffat: 96
[39] Zümer: 62
[40] İsra: 70
[41] Tin: 4
[42] Bakara: 30; En’am: 165
[43] Kehf: 37; Hac: 5; Rum: 20; Fatır: 11; Mü’min (Ğafir): 67
[44] Secde: 7
[45] Saffat: 11
[46] Mu’minun:12
[47] Hicr: 26,28
[48] Rahman: 14
[49] Nisa: 1; En’am: 98-99; Araf: 189; Zümer: 6; Rum: 19-27
[50] Vakıa: 57-59
[51] Tarık: 5-7
[52] Furkan: 54
[53] Secde: 7-9; yaklaşık; Kehf: 37; Mürselat: 20-23
[54] İnsan: 2-3
[55] Hac: 5
[56] Müminun: 12-16; yaklaşık; Nisa: 1; Fatır: 11; Zümer: 6; Mümin (Ğafir): 67-69
[57] Nahl: 3-4
[58] Yasin: 77
[59] Bakınız; Nisa: 28
[60] İsra: 11; Enbiya: 37
[61] Kehf: 54; Zuhruf: 58
[62] İbrahim: 34; İsra: 67; Hac: 66; Ahzab: 72; Şura: 48; Zuhruf: 15; Haşr: 16; Kıyame: 5; Abese: 17; Alak: 6-7; Adiyat: 6; Asr: 2
[63] Bakara: 17-20, 171; Rum: 52-53; Araf: 179,198; Enfal: 22, 37, 55; Hac: 46; Furkan: 43-44; Fussilet: 44; Yunus: 42-43; İsra: 97; Enbiya: 15-46; Neml: 80-81; Zuhruf: 40; Ahkaf: 26
[64] Nisa: 145; Tin: 5
[65] Bakara: 9-12; Al-i İmran: 69; Enam: 26, 122-123; Neml: 50; Ankebut: 53
[66] Al-i İmran: 66; Nisa: 157; Enam: 37, 100, 108, 119, 140, 144, 148; Yusuf: 40, 68; Rum: 6, 59; Hac: 3, 8-9, 71; Lokman: 20-21; Araf: 131, 138-139, 186-187; Bakara: 13, 102-103; Hud: 29-30; Tevbe: 6; Yunus: 55; Nahl: 21, 25, 38, 75, 101; Sebe: 28, 36; Zümer: 29, 48-50; Mümin (Ğafir): 57-58, 69-76; Duhan: 39; Casiye: 18, 26; Tur: 47; Münafikun: 8
[67] Enam: 25; Araf: 179; Enfal: 65; Tevbe: 81, 87, 127; İsra: 46; Kehf: 57; Rum: 7-10
[68] Bakara: 171; Maide: 58, 102; Enfal: 22; Yunus: 42, 100; Furkan: 44; Ankebut: 63-68; Zümer: 42-45; Haşr: 13-14
[69] Mutaffifin: 14
[70] Bakara: 88; Nisa: 155
[71] Al-i İmran: 151; Enfal: 12; Haşr: 2
[72] Al-i İmran: 7; Sebe: 12; Saff: 5
[73] Bakara: 74; Maide: 13; Enam: 43
[74] Bakara: 10; Maide: 52; Enfal: 49;Tevbe: 125; Hac: 53; Nur: 50; Ahzab: 12-14, 60-62; Muhammed: 20, 28-30; Müddessir: 31
[75] Nisa: 155; Araf: 101; Tevbe: 87, 93; Yunus: 74; Rum: 55-59; Mümin (Ğafir): 35; Muhammed: 16; Münafikun: 3
[76] Bakara: 7; Enam: 46; Nahl: 108; Casiye: 23
[77] Tevbe: 28, 125; Al-i İmran: 179; Enfal: 37
[78] Maide: 104
[79] Enbiya: 52-54; yaklaşık; Şuara: 74-76
[80] Lokman: 21
[81] Saffat: 68-71
[82] Zuhruf: 22-25; yaklaşık olarak bakınız; Araf: 28, 70; Yunus: 78; Hud: 62, 87; İbrahim: 10; Nahl: 35-37; Muminun: 24-25; Kasas: 36
[83] Bakınız; Al-i İmran: 179; Maide: 90; Enam: 125; Araf: 71; Enfal: 37; Tevbe: 28, 95, 125; Yunus: 100; Hac: 30; Nur: 26
[84] Araf: 176
[85] Cuma: 5
[86] Müddessir: 50-51
[87] Enfal: 22, 55
[88] Araf: 179; Bakara: 171; Furkan: 44
[89] Yusuf: 53
[90] Nisa: 79
[91] Al-i İmran: 14
[92] Tevbe: 24; yaklaşık; 23, 55; Kehf: 33-46; Kasas: 76-84; Zuhruf: 33; Ahkaf: 20; Hadid: 20
[93] Casiye: 23
[94] Furkan: 43
[95] Bakara: 258
[96] Kasas: 38
[97] Şuara: 29
[98] Araf: 124, Taha: 71,Şuara: 49
[99] Naziat: 24
[100] Kasas: 76-84’e telmihen
[101] Taha: 88-96 vb.’ne telmihen
[102] Tevbe: 30-31
[103] Nahl: 116
[104] Yusuf: 40, yaklaşık 67, En’âm: 57; Kasas: 70, 88; Mümtehine: 10 vb.
[105] Maide: 50
[106] Maide: 44-45, 47
[107] Maide: 116-118
[108] Maide: 72-73; yaklaşık, Nisa: 17-18, 171
[109] Al-i İmran: 79-80
[110] Al-i İmran: 64
[111] Sebe: 40-41
[112] Nisa: 172
[113] Araf: 206
[114] Bakınız, Maide: 52-53
[115] Rahman: 15
[116] Hicr: 27
[117] Kehf: 50
[118] Bakara: 34-38; Maide: 90-91; Araf: 11-24, 27; Hicr: 28-43; İsra: 61-65; Taha: 116-123; İbrahim: 22; Sebe: 21-22; Sad: 71-85; Zuhruf: 36-40; Haşr: 16
[119] Nisa: 38; Araf: 27, 175; Enam: 112-113, 128; Meryem: 45; İsra: 27; Mücadele: 19; Zuhruf: 36-37; Felak: 4; Nas: 4-6 vb.
[120] Şuara: 95
[121] İsra: 64
[122] Araf: 16-17
[123] Araf: 22-24; Yusuf: 5, 100; İsra: 53, 64; Fatır: 6; Yasin: 60; Zuhruf: 62
[124] Enam: 112-113; Hac: 52-54; Fussilet: 36
[125] İsra: 64-65
[126] Hicr: 42
[127] Sebe: 20-21
[128] Kehf: 50-51
[129] Sebe: 40-41
[130] Enam: 100
[131] Cin: 6
[132] Zümer: 3
[133] Nisa: 116-117
[134] Haşr: 16
[135] Bakara: 166-167; yaklaşık olarak; Enam: 128-130; Araf: 202; İbrahim: 21-22; Şuara: 95-102; Kasas: 62-66; Ankebut: 25; Sebe; 14, 22-33, 42; Saffat: 20-35, 158; Sad: 55-64; Mümin (Ğafir): 47-52; Fussilet: 19-29; Kehf: 52-53
[136] Meryem: 42, 44-45
[137] Yasin: 60-64
[138] İbrahim: 22
[139] Bakara: 116-117
[140] Tevbe: 30
[141] Bakınız; Nisa: 171, Maide: 18, 73 vb.
[142] En’am: 100-101
[143] Meryem: 88-93; Yaklaşık; Cin: 3-4, Kehf: 4-5; Yunus: 68-70; Enbiya: 26-33; Muminun: 90-92; Furkan: 2-3; Zümer: 4-7; Saffat: 149-155; Zuhruf: 80-85; Necm: 21-22
[144] Meryem: 30, 35-36
[145] Şura: 11-12
[146] İhlas: 1-4
[147] İsra: 111
[148] En’am: 74-75